Tarih: 19.02.2024 12:08

YEREL DEMOKRASİ VE BİREY İLİŞKİSİ ÜZERİNE

Facebook Twitter Linked-in

Yerel seçimlerde kendi aklımıza dayanarak, kendi aklımızla bulduğumuz bireysel ve toplumsal çıkarlara göre davranmamamız; sağlanan küçük çıkarlar karşılığında seçim yapmamız demokrasiyi zayıflatır ya da yok eder.

Bugün bildiğimiz Batı demokrasilerinin kökeni 2500 yıl öncesine dayanıyor. “Polis” adı verilen antik Yunan kent devletleri “demokrasinin beşiği” olmuş. Demokrasi öncesinde krallık, aristokrasi, tiranlık rejimleriyle tanışmış Yunanlılar.

Demokrasinin hem liberal hem de komünist versiyonlarını bulmak mümkün Antik Yunan’da: Sparta komünist demokrasinin, Atina liberal demokrasinin prototipi olarak biliniyor.

Liberal demokrasinin kökeni olan Atina’da başlangıçta dört kabile bulunmaktaydı. Kabilesel örgütlenme döneminin başlangıcında üretim teknolojisi çok geri olduğundan kabile üyelerinin üretimi ancak tüketimlerini karşılamaktaydı.

Bir taraftan tarım teknolojisindeki gelişmeler, diğer taraftan ticaret zamanla kabile şeflerinin zenginleşmesiyle sonuçlandı; zaman içinde kabile üyeleriyle zenginleşen kabile şeflerinin çıkarları ayrıştı: Zengin ve yoksul ortaya çıktı. Gelir uçurumu büyüdü ve yoksullaşan köylüler borçlarından dolayı köle olarak alınıp satılmaya başladı.

Sınıflar arasındaki çatışmalar derinleşince Yunanlılar çözüm aramaya başladılar. Önceleri zenginleşen soylular (thesmotet) tarafından yapılan yasaların rahatsızlık yarattığı görülünce, ayaklanmaları önlemek için yasaların uzman yasa yapıcılar tarafından yapılması kabul edildi. Bu bağlamda önce Drakon ve Drakon’un yaptığı cezalandırmaya dayalı yasalar sorunu çözmeyince Solon yasa yapıcı (nomothet) olarak atandı. Solon çok önemli reformlar yaptı ve bu reformlar demokrasinin köşe taşlarından birini oluşturdu.

M.Ö. 500 yılında göreve gelen Kliesthenes kalıcı bir çözüm bulmak için reformlar yaptı. Bu reformlar Yunan’da doğrudan demokrasinin yeşermesine neden oldu.

“Bundan bize ne? Ta 2500 yıl önce yaşanan bir demokrasiyi mi konuşacağız?”

İtirazları gelmiştir bile.

Hatta kimileri “bahsettiğin toplum köleci bir toplumdu ve bu toplumda insanların çoğunluğu yurttaş değildi; o dönemdeki demokrasi bir azınlığın içinde yaşanıyordu. Bize bunu mu öğütleyeceksin?” diyerek itirazı ilerletebilir.

Hayır, ben o demokrasiyi öğütlemeyeceğim; o çağ geride kaldı; modern toplumları o dönemin yönetim biçimiyle yönetmek mümkün değil.

“Eeeeee…o zaman bunları neden anlatıyorsun?”

Cevap:

Bugün çok sayıda toplumda demokrasinin gelişememesinin temel nedeni 2500 yıl önce yapılan önemli bir reformun hala yapılamamış olmasıdır. Bu temel sorun çözülmediği sürece bu toplumlarda demokrasi olmaz-olamaz.

“Hadi ya…Neymiş bu kadar önemli olan reform”

Cevap:

Bireyin ortaya çıkmasını engelleyen her türlü örgütsel yapı: Kabile, aşiret, cemaat, tarikat, lider sultasındaki siyasal parti, aile reisinin hakimiyetinde kadın ve çocuklara söz hakkı vermeyen aile yapısı vb.

Demokrasinin Lincoln tarafından yapılan en basit ve doğru tanımı şudur: Demokrasi, halkın, halk tarafından halk için yönetimidir.

Bize genellikle ilk kısım öğretilir ama “halk için” kısmı anlatılmaz. Hatta bize şu söylenir: Bizi yönetecek kişileri seçtiğimizde kendi kendimizi yönetmiş oluruz; bu demokrasidir.

Asla ve kat’a!

Bu tür bir yönetimin gerçek demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur. “Halk için” olmayan bir yönetim, seçimle de gelse demokrasi değildir.

Halk tarafından yönetim, kendi çıkarını kendi aklıyla düşünebilen bireyin varlığını gerektirir: Birey kendi geleceğine kendi aklıyla değil başkasının aklıyla karar veriyorsa; bir başka anlatımla aklını ipotek etmişse orada demokrasi olmaz; çünkü bu kişi kendi kendini yönetmemiş olur.

Bu tür bir yönetimde kabileye, aşirete cemaate, tarikata, siyasal partiye, aileye liderlik edenler kararları verir ve bu kararlar bu liderlerin lehinedir.

Üyelerin desteğini sağlamak için onlara karın tokluğunu geçmeyen menfaatler sağlanır ve onlara lider olmaksızın kendilerinin bir hiç olduğu inancı aşılanır.

Üyeler, liderlerinin kendilerinden çok farklı olarak lüks içinde yüzdüğünü, örneğin son model lüks otomobillerde, jiplerde, uçaklarda gezdiklerini, havuzlu lüks villalarda yaşadıklarını, çocuklarını yurt dışında eğitime gönderdiklerini bile görmez; bu otomobillere elini sürse kutsal bir iş yapmış olacağını düşünür.

Oysa gerçek tersine çevrilmiştir: liderin bu olanakları elde etmesi üyelerin ya da müritlerin gücüyle sağlanmıştır; üyeler ve müritler bunun farkında değildir.

Nereden mi uyduruyorum?

Bu benim uydurmam değil; demokrasi pratiğinin ilk kurucusu sayılan Kliesthenes’in uygulamasını söylüyorum.

Kleisthenes’in iktidarı elde ettiğinde yaptığı en önemli reform, kabile liderlerine siyasal yaşamda ayrıcalık tanıyan düzenin değiştirilmesiydi. Ona göre, Atina siyasal yaşamında soyluların ağır basmasının temel nedeni kabile (genos) örgütlenmesiydi ve soyluların etkinliğini kırmak kan bağına dayanan kabile tipi bu örgütlenme biçiminin yıkılmasına bağlıydı.

(Cumhuriyet devrimlerinin başında bu tür örgütlenmelerin yasaklanmasının Kliesthenes reformlarıyla ilgisi olabilir mi? Bence kesinlikle evet)

Kliesthenes’in 2500 yıl önce sorun olarak görüp reformla düzelttiğini günümüz az gelişmiş demokrasileri bir sorun olarak yaşamaya devam ediyorlar: Bu sorunu çözemezlerse demokrasi bir addan ibaret kalmaya mahkûmdur.

KLEİSTHENES, REFORM VE SORUN ÇÖZME

Kleisthenes kan bağına dayalı dört kabile örgütlenmesini yıkarak, coğrafi bağa dayalı bir kabile örgütlenme tipi kurdu.

Yeni yönteme göre Atina polisi, kent (asty), kıyı (parali) ve iç bölge (mesogeois) olmak üzere üç bölgeye ayrıldı. Her bölge, her bir bölümüne trittys(üçte bir) denen on bölüme ayrıldı.

Dolayısıyla ortaya otuz trittys çıktı. Her bölgeden bir trittys alınarak üç trittys kura çekilerek birleştirildi. Dolayısıyla toplamda üçer trittys’den oluşan on yeni kabile çıktı; ancak bu kabileler artık kan bağına dayalı değildi.

Böylece farklı bölgelerden ve karşıt sınıflardan kurayla heterojen (heteros genos) kabileler oluşturulmuş oldu.

İşte size o dönemde bölünme ve yeniden birleşme sonunda ortaya çıkan yeni Atina haritası:

Burada “kenti bölmek ne demek, bölücülük mü bu?” biçimindeki suçlamanın son derece çiğ ve sığ bir suçlama olacağı konusunda uyarayım.

Kentin bölündüğü filan yok. Kent aynen yerinde duruyor. Sadece kabile yapısının etkinliğini kırmak amacıyla kabile üyelerinin, kabile liderinin istekleri doğrultusunda hareket etmeleri önleniyor.

Kliesthenes’in 2500 yıl önce sorun olarak görüp reformla düzelttiğini günümüz az gelişmiş demokrasileri bir sorun olarak yaşamaya devam ediyorlar: Bu sorunu çözemezlerse demokrasi bir addan ibaret kalmaya mahkûmdur.

Bu reformun önemi şu: Kabilenin üyeleri kentin uzak bölgelerinden başka kabile üyeleri ile aynı yönetim birimi içinde birleştirildiğinden, artık kabilenin çıkarları doğrultusunda kabile liderlerinin emirlerini yerine getirmeleri mümkün değildir.

“Ya ne yapacak kabile üyeleri?”

Bundan sonra kabile üyesi kendisinin ve içinde yaşadığı yerel topluluğun çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapacak. Bunun için de bireyin artık kendi aklına güvenmesi gerekir. Bireyin kendi aklıyla hareket etmesinin bir de adı var: Aydınlanma.

Kişinin, aklını, başkasının kılavuzluğu olmaksızın kullanması ve toplumsal normlar ile değerleri akıl süzgecinden geçirip akılla eleştirip aydınlatması”

Cemaat ve tarikat yanlılarının “aydınlanma” sözcüğünden pek çok nefret etmeleri boşuna değil.

Aklını, kılavuzluk ihtiyacı duymaksızın kullanmaya başlayan birey artık lidere biat edemez; biata dayalı yapı son bulur. Biata dayalı yapının son bulması kabile, aşiret, cemaat, tarikat, lider sultasına dayalı siyasal parti gibi yapıların sonunu getirir.

Bu arada belirteyim, bu tür yapıların aydınlanmayı aşağılarken dile getirdikleri aydınlanmanın dine karşı olduğu biçimindeki iddia da külliyen yalan.

Tam tersine, aydınlanma bireyin inancını kendi seçmesi gerektiğini ileri sürer ve bunun sonucu, tam bir din ve vicdan özgürlüğüdür. Asıl din ve vicdan özgürlüğü bütün bireylerin kendi inançlarını özgürce seçmeleri anlamına gelir ve bunu sağlayacak olan aydınlanmadır.

Oysa biat kültürü kimseye din ve vicdan özgürlüğü tanımaz: Mürit, kabile, cemaat ya da tarikat liderinin söylediklerine körü körüne inanmak; kendi deyimleriyle teslim olmak zorundadır; onun dediklerinin dışındakini seçmek mümkün olmaz. (Bu yapılanın Tanrıya teslimiyetten söz edip kendilerine teslimiyet istedikleri gözden kaçmamalıdır. Bu yaptıkları şeyin adı ise en büyük günah olan “şirk koşma”, yani “Tanrıya ortak olma”dır.)

Müridin bu tür bir seçim hakkı olmadığı için Tanrı’nın gönderdiği Kutsal Kitabı kendi diliyle okuması da gerekmez; hatta okumaması gerekir. Mürit Kutsal Kitabı, hiç bilmediği bir dilden okuyup ezberlemelidir; Kutsal Kitabın ne söylediğini ise liderlerinin ağzından dinlemelidir.

Mürit, liderin Kutsal Kitabı anlama, yorumlama ve açıklama yetkisini kimden aldığını sorgulama gereği bile duymaz; duymamalıdır. Oysa bir ilahiyatçı şunu söylediğinde son derece haklıdır: “Tanrı insanı yarattıktan sonra onun nasıl davranması gerektiğini göstermek için emirlerini Kutsal Kitapla göndermiş ve Kutsal Kitabı anlaması için insanı akılla donatmıştır.”

Bu kesinlikle doğru…

Tanrının gönderdiği Kutsal Kitabı ancak Tanrının verdiği akılla anlayabiliriz, kavrayabiliriz.

Tanrı Kutsal Kitapların hiçbirinde ve hiçbir yerinde “insanlar, onlara gönderdiğim emirleri kendileri anlayamazlar, Kutsal Kitabı anlamaları için liderlerinin sözünü dinlemeleri gerekir” dememiştir.

Demiş olsaydı bu liderlerin kim olduğunu da söylerdi.

Demokrasi bireyin varlığını gerektirir; bireyin varlığı akıl kullanımıyla ilişkilidir. Aklını bir lidere ipotek eden birinin birey olduğu ve aklıyla kendini yönettiği söylenemez.

DEMOKRASİ BİREYİN VARLIĞINI GEREKTİRİR

Tekrar konuya dönelim:

Demokrasi bireyin varlığını gerektirir; bireyin varlığı akıl kullanımıyla ilişkilidir. Aklını bir lidere ipotek eden birinin birey olduğu ve aklıyla kendini yönettiği söylenemez. Aklını ipotek eden bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda, kendi kendini yönetim söz konusu olmadığından tanım gereği demokrasi de yoktur ya da sakattır.

Demokratik toplumlar, bireylerin özgür akıllarıyla, kendilerinin (ve dolayısıyla toplumlarının) çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri toplumlardır.

Başkalarının aklıyla ya da liderlerine biat ederek kendileri üzerinde yönetme yetkisi veren toplumlar demokrasiyi seçime indirgemiş olurlar.

Bu son söylediğim olsa olsa biçimsel anlamda demokrasi olur, özü yönünden demokrasi olmaz.

Bir benzetme

Kapımın önünde 1950 model bir otomobilim var ve ben ona uçak diyorum. Benim bu otomobile uçak demem onu uçak yapmıyorsa, birilerinin akılcı bireyin etkin olmadığı bir yönetime demokrasi demesi de bu yönetimi demokrasi yapmaz.

Yerel seçimlerde kendi aklımıza dayanarak, kendi aklımızla bulduğumuz bireysel ve toplumsal çıkarlara göre davranmamamız; sağlanan küçük çıkarlar karşılığında seçim yapmamız demokrasiyi zayıflatır ya da yok eder.

“Sakat olmadığım halde liderimin partisi bana sakat maaşı bağladı; onlar iktidarı kaybederse maaşımı kaybederim” diyorsan ya da “siyasi bağlantıları olan şeyhim devlet olanaklarını seferber ederek köyümüze villalar yaptırdı ve ben bu sayede iş bularak geçimimi sağlıyorum” diyorsan, bu yollar yasa dışı olduğundan, ödediğim vergiyi çalmakta olduğunu hatırlatmaktan yapacak başka şeyim yok.

Bu durumda hırsızlık nedeniyle ilahi adalet tarafından cezalandırılıp cezalandırılmayacağını bilemem ama altında bulunduğumuz yönetim biçiminin bilimsel anlamda demokrasi olarak adlandırılamayacağını çok kolaylıkla söyleyebilirim.

Benden söylemesi…

Fahri Bakırcı, Prof. Dr., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —