2007 yılı idi. İstanbul´dan, daha önce hiç görmediğim bir ilçeye doğru yola çıktım.
Bir belgesel çekimi yapmak üzere Doğubeyazıt´a gidiyordum. Hiç görmediğim ve hakkında pek az bilgi sahibi olduğum bir ilçeydi bu. Anadolu erenlerini bağrında saklayan, Ahmed-i Hâni´nin, Mir Muhammed´in, Halife Yusuf´un memleketi Doğubeyazıt. Manevi iklimde yaşayan insanların misafirperverliği, dostane tutumları, sıcak yaklaşımları Doğubeyazıt´ın sert kışını çoktan unutturmuştu bana. Ağrı dağının eteklerinden yükselen sisler, evlerin bacasından tüten dumanlarla yoldaş olup gökyüzü boşluğuna doğru süzülüp kayboluyordu. Tıpkı, benimle yıllardır arkadaşlık ediyormuş gibi, evinin kapısını ardına kadar açan bu insanlar gibi.
Misafir olduğum hanenin reisiyle çaylarımızı yudumlarken, buraya geliş sebebimle başlayan sohbetimiz de, demli bir çay koyuluğunda devam ediyordu. Dedim ya, ne Doğubeyazıt´ı görmüşlüğüm vardı ne de bağrındaki erenleri duymuşluğum. Bir süre sonra karşılıklı oturmuş o iki insanın yedi yabancılığından eser kalmamıştı. Sanki yıllardır birbirini tanıyan iki dost gibi olmuştuk.
Çay ikramıyla başlayan hoşgeldin faslı, kısa zaman sonra Halil İbrahim bereketini andıran koca bir yemek sofrasıyla devam etti. Mimiklerimle belli etmesem de, aklımda biriken soru işaretlerini bir an önce çözüme kavuşmak istiyordum. Bu insan/lar kimdi? Neden bu kadar ihtimam görüyordum?
Zira alt tarafı birkaç günlük doğa çekimimi toplayıp gidecektim. Bu sorular, zaten meşgul olan beynimin bir yanını daha çok meşgul ediyordu. Ertesi gün, evlerine misafir olduğum bu zat hakkında birilerine sorular sorduğumda, ?burada biraz daha kal, kim olduğunu anlarsın? şeklinde muamma cevaplar aldım. Hakikaten öyle oldu, Doğubeyazıt´ta kaldığım dört günlük zaman diliminde, hiç tanımadığı halde Tanrı misafiri şiarıyla beni ağırlayan, sert ve soğuk kışı, sıcak sohbetinin gölgesinde bırakan bu zat Sebih Tanrıverdi idi. O zamana kadar Sebih Tanrıverdi olarak bildiğim bu zat meğer, kadim tasavvuf geleneğinden gelen asil bir ailenin yekta bir bireyiydi.
Halife Yusuf´un torunu ve Galko (dede) diye anılan Şeyh Mustafa Tanrıverdi´nin mahdumuydu.
Yani hem beydi, hem şeyhti. Türkiye toplumunun aklında çizdiği klasik şeyh profilinden öte bir şeyh. Ezber bozan bir şeyh. Dedesi ve babasıyla anılıyor ama asıl kimliği, Doğubeyazıt halkına yaptığı insani yardımlarla daha net anlaşılıyordu. Toplum nazarında, postuna oturmuş el öptüren, muhatabı camii cemaatinden ibaret olan klasik bir postnişinden öte, fakir fukaranın, garip gurabanın ayağına giden bir insan olarak anılırdı.
Gerek, ilçede kurmuş olduğu hayır çadırıyla ve gerekse evinin bir köşesinde açtığı yardım odasıyla, her yaştan ve her kimlikten insanların ihtiyaçlarına cevap veren bir koca yürek. Böylesi insanları gördükçe, gece karanlığında evlerin kapısına gizlice erzak bırakıp ortadan kaybolan, ecrini yalnızca Allah´tan bekleyen Hz. Zeynelabidin´in hâlâ yaşadığını söylemek geliyor içimden. Yunus Emre´nin ?Cennet cennet dedikleri, Birkaç köşkle birkaç huri, İsteyene ver onları, Bana Seni gerek seni? dizelerindeki gibi amacın yalnızca Allah rızası olduğunu ve maksudun sadece Allah olduğunu vurgulayan hizmetler. Öyle ya; bir sohbetiyle on kişiye ulaşan vaiz ile bir yardımıyla yüz kişiye ulaşan hayırsever aynı olabilir mi? Bütün bu hizmetler yapılırken bir an Sebih Tanrıverdi´ye döndüm ve deruni bir eda ile teşekkür ettim. Teşekkürüme karşılık aldığım cevap da mânidar. Hepimizin teşekkürü Allah´adır?
İşimi bitirip İstanbul´a dönüş hazırlığı yapıyordum. Dört günlük Doğubeyazıt serüvenim bitmişti.
Bir misafir olarak umduğumdan daha fazlasını bulmuş olmanın sevinci ve şaşkınlığıyla 1507 kilometrelik yola koyuldum. Aklımda kalan en güzel şey ?insanlık´tı? İyi ki varsınız. Hizmetiniz daim olsun.
Fatih Abbasoğlu
9411,13%0,46
34,56% 0,25
36,04% -0,51
3000,45% 1,31
5010,37% 1,12
Ağrı
22.11.2024