Bazen, övündüğümüz şeylere aslında üzülmemiz gerektiğini düşünüyorum. Örneğin tarikat ve cemaatlerle ilgili haberleri izliyorum. “Bir başka tarikatın Yargıtay Başkanlığı seçiminde adayı varmış ve yarış bu tarikatın adayı ile diğeri arasındaymış.” Adeta bir tarikatlar-cemaatler cenneti… Bu arada bir tarikatın çok sayıda sektörde büyük yatırımlar yaptığı ileri sürülüyor. Bir de şiar var: “Bu dünyada bir lokma, bir hırka yeter.”
Kafam çok karışık…
Belirli olaylara verilen çeşitli toplumsal tepkileri anlamak benim için gerçekten zor.
Bazen, övündüğümüz şeylere aslında üzülmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Örneğin tarikat ve cemaatlerle ilgili haberleri izliyorum.
“Filanca tarikattan falanca isim kovulmuş, tarikat şeyhi onunla görüşmeyi kabul etmemiş, o da açıklama yapmış.
Bir başka tarikatın Yargıtay Başkanlığı seçiminde adayı varmış ve yarış bu tarikatın adayı ile diğeri arasındaymış.”
Adeta bir tarikatlar-cemaatler cenneti…
Bu arada bir tarikatın çok sayıda sektörde büyük yatırımlar yaptığı ileri sürülüyor ve görüntülerde liderin bindiği ultra-lüks ecnebi marka aracın üzerine güller serpiliyor.
Tarikat lideri üyelere bu dünya nimetleri uğruna belli dini-ahlaki ilkelerden vazgeçilmemesini ve bunun karşılığında öte dünyadaki mükâfatlara odaklanılması gerektiğini öğütlüyor.
Bir de şiar var: “Bu dünyada bir lokma, bir hırka yeter.”
Tarikat liderlerinin refah içindeki yaşantılarına ve yaptıkları yatırımlara bakınca bu şiarın liderler için değil, onları ayakta tutan müritler için söylendiği açık.
Ama lider kadrosu artık sanıldığından çok daha büyük bir kadro. Çeşitli şirketleri yönetiyorlar, çok önemli üst düzey kamu görevlerine atanıyorlar.
Açıkçası tarikat yeryüzü iktidarından daha büyük bir pay kapmak için büyük bir mücadele içinde. Çok güçlü siyasi bağlantıları var. Bir taraftan büyük bir ticari ağ; öte yandan bu ticari ağın büyümesini sağlayan siyasal bağlantılar ve devlet içinde bu ilişkiyi koruyan geniş kadrolar.
TARİKATLAR YERYÜZÜ İKTİDARINDAN PAY YARIŞINDA
Açıkçası tarikat yeryüzü iktidarından daha büyük bir pay kapmak için büyük bir mücadele içinde. Çok güçlü siyasi bağlantıları var.
Bir taraftan büyük bir ticari ağ; öte yandan bu ticari ağın büyümesini sağlayan siyasal bağlantılar ve devlet içinde bu ilişkiyi koruyan geniş kadrolar.
Ancak şunu da biliyoruz ki toplumun önemli bir kesimi tarikat ve cemaatlere üye olmasa bile sempatiyle bakıyor.
Milli Eğitim Bakanı bile tarikat ve cemaatleri sivil toplum örgütü olarak niteliyor ve bakanlık tarafından destekleneceklerinin müjdesini veriyor.
Oysa bir örgütün sivil toplum örgütü olabilmesi, demokratik bir iç işleyişe sahip olmasına bağlı.
Cemaat-tarikat liderlerinin “yetkileriyle” ilgili tartışmayı siyasal liberalizmin temsilcisi, aydınlanma dönemi düşünürü John Locke üzerinden sürdürmek mümkün.
Locke Yönetim Üzerine Birinci İnceleme adlı eserinde, Eski Ahitte, kralların Tanrı tarafından yetkilendirildiğine ilişkin iddiaları kanıtlayan bir ayet aramakta ve sonunda bulamayınca kralların tanrısal hakka dayalı olarak ülke yönetmedikleri sonucuna ulaşmaktadır.
Locke’un burada kullandığı yöntem son derece tutarlıdır: Eğer Tanrı birilerini kral olarak atamış olsaydı, insanoğluna kral olan bu kişiyle ilgili açık bilgi verirdi.
Böyle bir yetkilendirme olmadığı halde kendisinin Tanrı tarafından yetkilendirildiğini iddia eden bir kral apaçık yalancıydı.
Bu tür bir kralın Tanrı’ya şirk koşarak onun adına yetki kullandığı söylenebilirdi.
Locke’un kullandığı bu yöntem tarikat liderleri için de kullanılabilir.
Cemaat-tarikat türü yapılanmalarda, tarikat- cemaat liderleri, müritlerin teslimiyetini istiyorlar. Diyorlar ki İslam teslim olmaktan gelir ve siz de önce teslim olmalısınız.
İyi de kime teslim olacak müritler? Eğer İslam teslim olmaktan geliyorsa, inananların teslim olacakları yer Tanrıdır.
Siz kimsiniz?
Müritler niye size teslim olsun?
Tanrı tarafından onun adına konuşmak üzere, herhangi bir yerde, örneğin Kutsal Kitapların herhangi birinde yetkilendirildiniz mi?
Yetkilendirildiyseniz bize hangi ayette yetkilendirildiğinizi söyleyin.
Yetkilendirilmediği halde Tanrının kurallarını yorumlama yetkisine sahip olan her kişi en büyük günah olan Tanrıya “şirk koşma” suçunu işlemiş olur.
Tanrı’nın kurallarını kullarına aktaran tek otorite, peygamber olarak atadığı kuludur.
Ancak peygamber Tanrı’nın elçisidir ve görevi Tanrı’nın koyduğu kuralları insanoğluna bildirmektir.
Peygamberler bile Tanrıya şirk koşmazken, bir tarikat liderinin Tanrı’nın insanoğluna gönderdiği kuralları yorumlama yetkisine sahip olduğunu bildirmesi en hafif tabirle hadsizliktir.
Tanrı yeryüzünde bir düzen yaratmış ve bu düzen içinde yaşayabilmeleri için insanlara, Kutsal Kitaplarında uymaları gereken davranış kurallarını peygamberleri aracılığıyla göndermiştir.
Bu kuralların her yerde ve her zaman aynı olması zorunludur, çünkü hem Tanrı hem de kuralları tektir.
Oysa tarikat ve cemaatlerin her biri Tanrının kurallarını farklı bir yoruma tabi tutmakta ve farklı uygulamaları savunmaktadır. Her cemaat ve tarikat müridi için uyulması gereken kurallar farklıdır. Nasıl oluyor da Tanrının bütün insanlara gönderdiği kurallar bir cemaat müridi için başka, diğer cemaatin müridi için başka olabilir ki?
TARİKAT, CEMAAT, MÜRİD VE FARKLI KURALLAR
Oysa tarikat ve cemaatlerin her biri Tanrının kurallarını farklı bir yoruma tabi tutmakta ve farklı uygulamaları savunmaktadır.
Her cemaat ve tarikat müridi için uyulması gereken kurallar farklıdır.
Nasıl oluyor da Tanrının bütün insanlara gönderdiği kurallar bir cemaat müridi için başka, diğer cemaatin müridi için başka olabilir ki?
O zaman cemaat-tarikat liderleri Tanrı’nın koymadığı kurallar koyarak Tanrı’ya şirk koşmuş olmuyorlar mı?
Cemaat ve tarikatların yaptıkları aslında dini inanç özgürlüğüne de aykırı.
İnanç özgürlüğü her bir bireyin Tanrısı ile ilişkisini kendisinin kurmasına ve ibadetini dilediği gibi yapmasına izin verir ve bunun güvencesi laiklik ilkesidir.
Oysa tarikat ve cemaat liderleri müritlerinin dini inanç ve kanaat özgürlüğünü ellerinden alıyorlar ve onları tarikatın dogmalarına inanmaya zorluyorlar.
Bu örgütler, gerekli gücü elde edebilmek için bir taraftan ticaretle uğraşıyor, diğer taraftan siyasi ilişkileri kullanıyorlar.
Tarikatların hukuksal açıdan da küçük bir kusurları var: Dini siyasete alet ediyorlar.
Anayasa’da şöyle bir hüküm var:
“Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.” (m. 24/son)
Dolayısıyla hepimizin gözleri önünde gerçekleşen şey Anayasa hükmünün ihlal edilmesidir.
Muhtemelen çok büyük bir koro şunu söyleyecektir:
“Ne zaman savunmaktan vazgeçeceksin darbeci 12 Eylül Anayasası’nı. Darbe anayasasını savunmak darbeyi savunmakla eşdeğerdir. Bu Anayasa’nın artık günümüz ihtiyaçlarına cevap vermediğini ve tümüyle değiştirilmesi gerektiğini söyledik ya sana.”
Tamam da Ağbi bu Anayasa hala yürürlükte ve işinize geldiğinde belirli hükümleri tepe tepe kullanmakta hiç tereddüt etmiyorsunuz?
“Sana mı soracağız? Milli irade neyi isterse onu yapar.”
Doğru Ağbi zaten ben “hukuk devleti”, “anayasanın üstünlüğü”, “kanun önünde eşitlik”, “laiklik” gibi Batı icadı kavramlara biraz fazla uyum sağlamışım. Hep böyle teklemeler oluyor, kusura bakma.
Bu konuşmaların sonunda, tarikat ve cemaatlerin yapılan övgüyü hak edip etmedikleri yine de kafamda ciddi bir kuşku olarak duruyor.
Büyük bir cemaat yapılanması olan FETO’nun darbe girişimini hatırlayınca bu övgünün yapılmakta olmasına üzülmek mi gerekir diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
Kafam biraz da “milliyetçilik” kavramıyla ilgili olarak karışık.
Vatan, millet ve bayrak kavramları önemli kavramlar ve bunlar belirli bir kesim tarafından çok yoğun biçimde kullanılıyor.
Bazı vatandaşların, bu tür kavramları kullanarak adeta suç işleme özgürlüğü var.
Bakanlık yapmış önemli bir şahsiyetin uyuşturucu şebekesiyle bağı ortaya çıkıyor:
“Vatan ve millet için yaptım, şimdi olsa yine yaparım diyor.”
Bir başkasının çete liderleriyle boy boy fotoğrafları var. Malvarlığı yabana atılmayacak cinsten.
O da aynı açıklamayı yapıyor.
Benim kafamdaki “milliyetçi” ise şöyle saf bir tip:
Kendi çıkarı ile “milletinin” çıkarı karşı karşıya kaldığında milletin çıkarını tercih edip kendisini feda eden,
Vatanı ve milleti için hiçbir karşılık beklemeden çalışan,
Kanun önünde eşitlik ilkesine uyan ve bu ilkeyi ihlal etmek isteyenlere engel olmaya çalışan,
Vatan ve millet kavramlarını kendi kişisel çıkarları için kullanmayan ve kullananlara karşı çıkan,
Ülkenin gelişmiş ülkeler standardına ulaşması ve her bir vatandaşın refahının artırılması için kendi kişisel çıkarlarını elinin tersiyle iten,
Ülkede yaşayan yoksulların sıkıntısını dert edinen ve sofrasındaki ekmeği onlarla paylaşan,
vs…kişi
Benim bu “ saf tip”imin tarihimizde de örnekleri var.
Hem de bugünlerde çokça eleştirilen ve bu yüzden “faşist tek parti diktatörlüğü” olarak adlandırılan dönemden:
Örnek 1. Yavuz-Havuz Yolsuzluğu Olayı
Cebelibereket Milletvekili eski Denizcilik Bakanı İhsan Eryavuz’un Yavuz Zırhlısının onarımı için havuz alımı sırasında bir Fransız şirketinden rüşvet aldığı ileri sürülmüştür.
Eryavuz’un Meclis soruşturması kapsamında yargılanmasını isteyen kişi dönemin başbakanı İsmet İnönü’dür.
İnönü’nün 1927 yılında tek bir imzayla verdiği Meclis soruşturması önergesi şöyledir:
“Sabık Bahriye Vekili ve Cebelibereket Mebusu İhsan Beyin Vekâletinin son günlerinde, Yavuzun tamiri mukavelesinin tadili meselesinde muhilli emniyet bir tarzda, İcra Vekilleri Heyetinin kararı hilafına ve bu kanuni salahiyetinin haricinde hareket ettiği ve Hazinenin menafiine ademi takayyüt gösterdiği anlaşılmıştır. Vekâleti esnasında ve vekâlet vazifesinden mütehaddis bu harekât kendisinin mesuliyetinin ve Divanı Âliye şevkini müstelzimdir. Dahili nizamnamenin 169’uncu maddesi mucibince hakkında tahkikat icrasını talep ve teklif ederim.”
Soruşturmayla görevlendirilen karma komisyon 23 Ocak 1928’de Yüce Divana sevk öneren raporunu yazarak Başkanlığa sunmuş ve Genel Kurul 26 Ocak’ta raporu görüşerek İhsan Eryavuz ve arkadaşlarının Yüce Divan’da yargılanmasını kararlaştırmıştır.
Yüce Divan’da yargılanan Eryavuz aynı yıl hüküm giymiştir.
Olay, tarihe “Yavuz-Havuz Yolsuzluğu” olarak geçmiştir.
İhsan Eryavuz, soyadı kanunuyla aldığı “Eryavuz” soyadını, davadan sonra “Topçu” olarak değiştirmiştir.
Özetle bir başbakan bir bakanının bir gemi onarımı sırasında rüşvet aldığı iddiasıyla yargılanmasını istemiş ve hukuksal süreç işletilerek bakanın yargılanması ve hüküm giymesi sağlanmıştır.
Mehmet Ali Cenani, Kurtuluş Savaşında Güney Cephesinin örgütlenmesinde rol almış önemli bir siyasetçidir. Cenani’nin ticaret bakanlığı sırasında un ve zahire fiyatlarının yükselmesini önlemek için bakanlık emrine 500 bin lira verilmiştir. Cenani, ekmek fırınları yaparak dolaylı olarak fiyatların artmasını engellemiştir. Buna rağmen tahsis edilen ödeneği amacı doğrultusunda kullanmadığı için Yüce Divan’a gönderilmiştir.
Örnek 2. ALİ CENANİ OLAYI
Mehmet Ali Cenani Meclis-i Mebûsan’da 3., 4., 5. ve 6. dönem, TBMM’de 1.,2. ve 3. dönem milletvekilliği; iki hükümette Ticaret Bakanlığı yapmış ve Kurtuluş Savaşında Güney Cephesinin örgütlenmesinde rol almış önemli bir siyasetçidir.
Cenani’nin ticaret bakanlığı sırasında un ve zahire fiyatlarının yükselmesini önlemek için bakanlık emrine 500 bin lira verilmiştir.
Cenani bu parayı fiyatların doğrudan yükselmesini engellemek için kullanmamış bunun yerine ekmek fırınları yaparak dolaylı olarak fiyatların artmasını engellemiştir.
Buna rağmen tahsis edilen ödeneği amacı doğrultusunda kullanmadığı için Yüce Divan’a gönderilmiştir. Cenani’nin savunmasında bu durum açıkça ifade etmektedir:
“…Karar esnasındaki müzakere zabıtlarından anlaşıldığına göre encümen azayı muhteremesi stok meselesinin her safhası için verdikleri kararla gerek şahsen, gerek başkasını menfaattar kılmak suretiyle suistimal yapmadığımı ve menfaat temin etmediğimi tespit buyurmuşlardır. Masumiyetimi tespit eden bu karara teşekkür ederim. Encümen mazbatasında birtakım vazife suistimallerinden bahsediliyor. Ben hayatımda vazifemi suiistimal etmedim, kendi menfaatime vatan menfaatini daima tercih ettim.”
Özetle Cenani, kişisel bir menfaat sağlamadığının komisyon tarafından tespit edildiğini söylemekte ve onu Yüce Divan’a gönderme kararı almasına rağmen komisyona teşekkür etmektedir.
Cenani, olayda, kendisine ya da başkasına herhangi bir menfaat sağlamamış, sadece parayı un ve zahire fiyatlarının düşürülmesinde tahsis amacının dışında bir başka yöntemle, devlete ait fırınlar yaparak kullanmıştır. Yani parayı amacına uygun biçimde kullanmış ama doğrudan fiyat kontrolü sağlayacağı yerde ürünün kendisini üretip ucuza satmak yoluyla farklı bir yöntem tercih etmiştir.
Bu tercihi kullanırken kendisine ya da yakınlarına hiçbir menfaat temin etmemiştir.
Yüce Divan 1928 yılında Cenani’ye bir ay hapis ve 170 bin lira para cezası vermiştir.
Neredeeeen nereye….
Nereden nereye geldiğimizden bahsederken aklıma bir de karşılaştırma geldi:
1927 yılında Başbakan İnönü tek başına bir Meclis soruşturma önergesi verirken ve 1928 yılında bir imzaya bile gerek olmaksızın Meclis, kesin hesap kanununun görüşmeleri sırasında, tahsis edilen ödeneğin yöntemine uygun kullanılmadığını tespit edip doğrudan harekete geçebilirken, 2017 Anayasa değişikliğinden sonra Meclis soruşturması önergesi verilebilmesi en az 300 milletvekilinin imzası koşuluna bağlanmıştır.
Bir başka anlatımla 1927 yılında tek bir imzayla ve hatta imzaya bile gerek olmaksızın bakanların görevleriyle ilgili olarak suç işleyip işlemedikleri sorgulanabilirken, bugün 300 milletvekilinin imzası olmadan soruşturma yapılamamaktadır.
1927’de komisyon basit çoğunlukla kurulabilirken ve Meclis basit çoğunlukla Yüce Divan’a sevk kararı verebilirken, 2017 Anayasa değişikliğinden sonra Meclis soruşturması komisyonu kurabilmek için en az 360 milletvekilinin ve Yüce Divan’a sevk kararı verebilmek için en az 400 milletvekilinin oyuna ihtiyaç vardır.
Bir başka anlatımla Yüce Divan’a sevk kararı ancak anayasayı referandumsuz değiştirme çoğunluğuna ulaşınca verilebilmektedir.
Bunun pratikteki anlamı günümüzde bir bakanı Yüce Divan’a göndermenin olanaksıza yakın olduğudur.
Nitekim 2017 Anayasa değişikliklerinden günümüze kadar çok sayıda iddiaya rağmen tek bir bakan hakkında Meclis soruşturması önergesi verilememiştir.
Gerçekten de neredeeen nereye…
“Faşist tek parti diktatörlüğü” olarak suçlanan dönemde, ülkeye yararı dokunmuş bir bakan, kimliğine bakılmaksızın hukuk önünde eşitlik ilkesi çerçevesinde kolaylıkla yargılanıp cezalandırılırken, demokrasi ve hukuk devletinin çağ atladığı ileri sürülen bir dönemde, soruşturma önergesi bile verilememektedir.
Bunu şimdikilerin “milliyetçi”, eskilerin “ayyaş” olduklarını söyleyerek yanıtlayacak olanlara verebilecek hiçbir cevabım yok ne yazık ki. Ayarlarım henüz o kadar gelişmedi.
Benim bakış açımdan, verilen örneklerde son derece güçlü bir milliyetçi duruş vardır.
Birinci olayda Başbakan kendi bakanına bile hiç acımamış ve soruşturmayı bizzat kendi açmıştır. İkinci olayda “milliyetçiliği” tartışma konusu edilemeyecek bir bakan, hukuk önünde eşitlik ilkesi gereğince yargılanmış ve hüküm giymiştir.
Bu “gerici” fikirlerime çok güçlü bir cevap gelmekte gecikmeyecektir:
“Kardeşim senin dediğin yöntemle devletin bekası korunabilir mi? Bu adamlar hangi riskleri göze alıyorlar biliyor musun? Bu kadar büyük riskleri göze alan birilerinin zenginleşmesinde ne var? Adam milliyetçi diye kendi çoluk çocuğunun rızkını düşünmesin mi?”
Ağbi tamam zenginleşsin ama zenginleşme gibi bir amacı varsa bu tür kanun dışı yolları kullanmasın. Bu ülkenin üretim biçimi zenginleşmeyi reddetmez ama oyunu kurallarına göre oynamak gerekir.
“Bak sen anlamadın. Bu adamlar zenginleşmek için yola çıkmıyorlar. Ama hizmetleri sırasında çeşitli ilişkilere giriyorlar ve bu sırada kendi işlerini de yapıp zenginleşiyorlar. Üstelik zenginleşmekle ülkenin zenginleşmesine da katkı yapmış oluyorlar.”
Ama adam zenginleşme ve bu arada kamu kaynaklarını kendi özel çıkarları için kullanma amacıyla milliyetçiliği kullanıyorsa bunu nasıl ayırt edeceğiz?
“Biz ederiz, sen o kadarını anlayamazsın.”
Haklısın Ağbi. Zaten benimki biraz saflık işte. Sizinkiler gibi ulvi amaçlarım olsaydı ne işim vardı bu akademik işlerde; bunlar hep teori-meori; milleti kandırmaca işleri.
Yazı yine bir hayli uzadı ve ben okuyucunun sıkıldığından endişelenmeye başladım.
O yüzden ara vermeden sonraki yazıda yayınlayacağımı taahhüt ederek, uzay çalışmalarımız ve yurt dışı başarılarımız ile ilgili kısmı bu yazıdan çıkarıyorum.
Not: Bu yazı 31 Mart 2024 Mahalli İdareler seçimlerinden önce yazılmıştır. Seçimler sonunda siyasal iktidar ciddi bir “yenilgi” almışken, bu yenilgi özellikle ana muhalefetin hanesine “başarı” olarak yazılmıştır. Bu durumun kalıcı hale getirilmesi yukarıdaki ve sonraki yazıdaki kafa karışıklıkları konusunda muhalefetin bir tutum geliştirmesine bağlıdır.
John Locke. Yönetim Üzerine Birinci İnceleme. 5. Baskı, Çeviren: Fahri Bakırcı. Ankara: Serbest Yayınları, 2024.
Bu konuda daha fazla örnek ve diğer denetim konularındaki gerilemeler üzerine şu kaynağa bakınız: Fahri Bakırcı, Kuruluşundan Günümüze TBMM’nin Denetim Yetkisinin Sönümlenmesi: Denetimden Kaçış. Ankara: Lykeion, 2021.
9367,77%3,72
34,47% 0,05
36,42% 0,21
2956,00% 0,72
4956,37% 0,55
Ağrı
21.11.2024