Otoriter anlayışın ya da otoriter anayasaların halkın, halk tarafından, halk için yönetimi anlamına gelen demokrasi ile bağdaşmadığı açıktır. Bir yönetim ya da anayasa otoriter öğelere ağırlık verdikçe demokrasiden uzaklaşır. Bir anayasanın otoriter ya da özgürlükçü olması onu yapan iktidarla ilişkili değildir. Örnek her ikisi de birer darbe ürünü olmasına rağmen 1961 Anayasası özgürlükçü, 1982 Anayasası otoriter bir anayasadır.
Daha önceki bir yazımda “devletin başlı başına bir amaç olduğunu savunan ve otoritenin, özgürlüğü öncelemesi gerektiğini savunan düşüncenin felsefi temelleri”nin özgürlüğün otoriteyi öncelemesi gerektiğini savunan liberal demokratik anlayışın felsefi temellerinden farklı olduğunu belirtmiş ve bu incelemeyi daha sonra yapacağımı açıklamıştım.
Tekrar edelim: Liberal demokrasilerde otorite-özgürlük dengesinde ya da devlet-birey ikileminde önceliğin özgürlükte ve bireyde olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
Otoriter ya da totaliter yönetim biçimlerinde öncelik devlete ve otoriteye aittir: Bireyler devlet için vardır ve bireyin özgürlüğü otoriteye feda edilir.
Bu düşüncede önce devlet gelir; devletin bekası için birey feda edilir.
Örneğin, “organizmacı toplum görüşü”nde, devlet bir organizma olarak düşünülür. Devlet içinde yaşayan her bir bireyin organizmanın yaşatılması için bir görevi vardır ve organizmanın uzuvları olan bireyler bu görevi yerine getirmezlerse organizma yaşayamaz; organizma öldüğünde organizmanın uzuvlarının da yaşama şansı kalmaz.
İnsanlar arasında bir işbölümü ve işbirliği olması gerektiğini savunan bu düşüncedeki işbirliği ve işbölümü bir dayanışmayı yansıttığından çok makul görünebilir. Ancak devamı o kadar makul gelmeyebilir: Organizmadaki uzuvların her birinin işlevi farklı olduğundan toplumdaki bireylerin de farklı statülerde olması son derece doğaldır. Ayaklar baş olamayacağı gibi baş da ayak olamaz; beynin işlevi ile midenin işlevi ya da yüreğin işlevi aynı değildir. Bu durumda her bireyin statüsü farklı olmak zorundadır.
Yöneticiler yönetilemeyeceği gibi yönetilenler yönetici olamazlar; aksi takdirde organizma yaşayamaz.
Buraya kadar söylenenlerden şu sonuç çıkar: Organizmacı toplum anlayışı eşitsizlik içerir ve hiyerarşik bir yapılanmayı zorunlu kılar. Bireylerin yasalar karşısında eşitliği gibi bir durum söz konusu olamaz; örneğin yönetim işi toplumun sadece bir kesimine aittir: Bilge bir azınlık yönetmelidir.
Bu sonuç organizmacı toplum anlayışının demokrasiyle uyuşmaz olduğunu gösterir mi?
Kesinlikle evet.
Demokrasi bireylerin yasalar önünde eşit olmasını ve yasalar önünde eşit bireylerin siyasal yaşama katılmalarını zorunlu kılar.
Bu söylenenler sadece mantıksal bir çıkarım mı?
Hayır.
Yukarıda aktardığım düşünceler, günümüz Batı demokrasilerinin esin kaynağı olan Antik Yunan Demokrasisi döneminde yaşamış Platon’a ait.
Biraz tuhaf görünüyor. Platon hem Antik demokrasi döneminde yaşamış hem de demokrasiye karşı olan organizmacı toplum görüşünü savunmuş!
Doğru, ama nedeni var.
Bu arada Platon’un düşüncelerinin değeri ve içsel tutarlılığı ile ilgili hiçbir değerlendirme yapmadığıma dikkat çekmek isterim: Sadece Kenan Evren’in özgürlüğü otoriteye feda ederken kendince hangi kaynaktan beslendiğini göstermeye çalışıyorum.
“PLATON VE PLATON SONRASI“
Platon’un demokrasi düşmanı kesilmesinin önemli bir nedeni var: Hocası, erdem abidesi, bilge Sokrates demokratik yönetim döneminde yargılanarak idam cezasına çarptırılınca, demokrasinin bir çoğunluk tiranlığına dönüştüğünü görmüştür Platon.
Demokrasi yurttaşların erdemli olmasını gerektirir. Erdemsiz bireyler toplumun ortak çıkarları yerine bireysel menfaatlerinin peşinden koşacaklarından, aldıkları kararlar ortak çıkarı sağlayamaz.
Platon bunu düşünerek sıradan yurttaşların siyasete katılmalarını istememiş ve onları vücuttaki “mide”ye benzeterek “üretim” işi dışına çıkmamalarını istemiştir. Toplumda yöneticilerin kaynağını oluşturan “koruyucular” sınıfını çok sıkı bir eğitime tabi tutmuş ve onları organizmadaki “yürek” ile özdeşleştirmiştir. “Baş”ı oluşturan “yöneticiler” ise filozoflardır. Aksi takdirde ayaklar baş; başlar ayak olacağından organizma yaşayamaz.
Şöyle sesler duyuyorum:
“2500 yıl öncesine mi gittik hoca? Nerede kaldın sen?”
Ben gitmedim; gidenlere sormalı.
“Giden kim” mi?
Kenan Evren.
Alın size haberi:
“Evren, Platon’u yeniden okuyor.
Yedinci Cumhurbaşkanı Kenan Evren, 12 Eylül 1980 harekâtı öncesi okuduğu “Platon ve Platon Sonrası” adlı kitabı yeniden okuduğunu söyledi. Evren, …kitabı, ülkeyi yönetmeye soyunanların kesinlikle okuması gerektiğini vurguladı.”[i]
Tesadüf mü?
Kesinlikle değil.
Bu arada Platon’un düşüncelerinin değeri ve içsel tutarlılığı ile ilgili hiçbir değerlendirme yapmadığıma dikkat çekmek isterim: Sadece Kenan Evren’in özgürlüğü otoriteye feda ederken kendince hangi kaynaktan beslendiğini göstermeye çalışıyorum.
Vardığım birinci sonuç: otoriteyi özgürlüğe tercih edenlerin temel dayanaklarından birisi, bireye duyulan güvensizliktir. Bu güvensizliğin haklı olup olmadığı ve devletin bireyi yönetime katacak önlemler almak zorunda olup olmaması ayrı bir tartışma konusudur.
Platon bu güvensizlikten dolayı içinde yaşadığımız dünyanın nesneler dünyası ve filozofun ulaşabileceği gerçek dünyayı idealar dünyasıolduğunu söylemiştir. Yaşadığımız devletler idealar dünyasındaki gerçek devletlerin bozuk kopyalarıdır ve filozofun görevi idealar dünyasındaki ideal devleti yeryüzüne indirmektir.
Bu düşüncenin daha sonra Hristiyan felsefesinin kurucusu Augustinus’a esin kaynağı olduğunu ve Augustinus’un yeryüzü devleti-gökyüzü devletiayrımını dinsel öğelerle donatarak Hristiyanlığın hizmetine soktuğunu belirtelim. Bunun önemi şu: Hristiyanlığın kurucu felsefesi de aynı kökten beslendiğinden demokrasiyi dışlayacak ve yönetim hakkını krallar ile kiliseye verecektir.
Buradan hareketle otoriter düşüncenin izlerini bulduğumuz başka bir durağa gidelim:
Ortaçağ feodal düzenindeki teokratik devlet (ya da din devleti).
Teokratik devletin temel özelliklerinden birisi bireylerin siyasal katılımını tümüyle dışlamasıdır. Ortaçağ’da feodal devletlerde yönetimi ele geçiren krallar, iktidarlarını Tanrı’dan aldıklarını ve yeryüzünde Tanrı’nın temsilcileri olduklarını iddia etmişlerdir. Bu dönemde kilise güçlendiğinde krallıklar üzerinde hakimiyet kurmuş ve krallara, iktidarın, Tanrı tarafından kiliseye verildiği ve bu yüzden kraliyet iktidarının kilise tarafından verilebileceği ileri sürülmüştür. Ancak sonuç aynıdır: İktidar ister doğrudan krallara verilsin, ister kilise aracılığıyla aktarılmış olsun, iktidarın meşruiyet kaynağı Tanrı olmuştur. Krallar iktidarlarını Tanrı’dan aldıklarında hem devlet kutsal bir varlığa dönüşmüş hem de bu kutsal varlığı yöneten kralların halka hesap vermeleri gerekmemiştir.
Kralların bu tür bir yöneticilik hakkı iddiasında bulunabilmeleri için ya vahiy edilen kutsal kitaplarda bu yetkilendirmeye ilişkin ayetlerin bulunması gerekir ya da kralların Tanrıyla görüştüklerine ilişkin bir iddiada bulunmaları gerekir.
“YA KRAL ADALETSİZ DAVRANIRSA?”
Özetle Ortaçağda varolan feodal krallıklarda, iktidar Tanrı’dan geldiğinden ve Krallar iktidarlarının kaynağını Tanrı’dan aldıklarından, halkın yönetime katılması ya da yöneticilerden hesap sorması mümkün olmamıştır. Krallar, yeryüzünde Tanrı’nın temsilcisi olarak düzeni ve adaleti sağlamakla yetkili olduklarını ileri sürmüşlerdir.
“Ya Kral adaletsiz davranırsa?”
Hiç sorun değil, bu dönemde halkın her türlü otoriteye itaat etmesi gerekirdi. İşte Hristiyanlık felsefesinin kurucularından Augustinus’tan bir alıntı:
“…Fakat kötü insanların egemenliği en başta yönetenlerin kendilerine zararlıdır, çünkü kötülükte daha çok başıboşluk olanağıyla kendi ruhlarını yıkarlar, onların hizmetinde bulunanlar ise, kendi nesafetsizlikleri olmadıkça zarar görmezler. Adil olmayan yöneticilerin adil kişilere karşı işledikleri kötülükler, suç cezası değil, erdem sınavıdır…”[ii]
Yani yönetici adaletsizlik yaparsa cezasını çekecektir; bu adaletsizlik onun açısından bir sınavdır. Yönetilenler bu adaletsizliklere katlanarak yöneticinin günah işlemesine izin vermelidir.
Ortaçağda varolan kutsal devlet anlayışında akılla cevaplanamayan bir soru vardır: Tanrı krallara yeryüzü iktidarını ne zaman ve hangi araçla vermiştir?
Kralların bu tür bir yöneticilik hakkı iddiasında bulunabilmeleri için ya vahiy edilen kutsal kitaplarda bu yetkilendirmeye ilişkin ayetlerin bulunması gerekir ya da kralların Tanrıyla görüştüklerine ilişkin bir iddiada bulunmaları gerekir.
John Locke Yönetim Üzerine Birinci İnceleme adlı eserinde Eski Ahitte’ta bu tür bir yetkilendirme bulunup bulunmadığını derinlemesine inceledikten sonra, kralların Tanrı tarafından yetkilendirildiklerine ilişkin bir ize rastlamadığını söyler. Bu durumda şunu söylemek mümkün: Ortaçağ boyunca Hristiyan devletleri yöneten krallar iktidarlarını Tanrı’dan aldıklarını söyleyerek halkı –en hafif tabirle– aldatmış olmuyorlar mı?
Eğer kralların iktidarlarını Tanrı’dan aldıklarına ilişkin bir kanıt yoksa “kutsal devlet” anlayışı da çökmüş olmaz mı?
Kralların Tanrı’dan aldıkları iktidardan dolayı sadece Tanrı’ya karşı sorumlu oldukları ve halka hesap vermeyecekleri biçimindeki anlayış da temelsiz kalmış olmaz mı?
Teokratik devletlerde otoriteyi özgürlüğe dayandıranların “kutsal devlet” anlayışı, yöneticilerin, dini, siyasetin bir aracı olarak kullanmalarından kaynaklanmıştır. Bu dönemin kralları devletin kutsallığını ileri sürerek hesap vermeksizin yönetimde uzun süre kalabilmişlerdir. Dolayısıyla kutsal devlet anlayışı yönetilenlerin yararına değildir.
KUTSAL DEVLET ANLAYIŞI YÖNETİLENLERİN YARARINA DEĞİLDİR
Şu halde ikinci sonucu çıkarabiliriz: Teokratik devletlerde otoriteyi özgürlüğe dayandıranların “kutsal devlet” anlayışı, yöneticilerin, dini, siyasetin bir aracı olarak kullanmalarından kaynaklanmıştır. Bu dönemin kralları devletin kutsallığını ileri sürerek hesap vermeksizin yönetimde uzun süre kalabilmişlerdir. Dolayısıyla kutsal devlet anlayışı yönetilenlerin yararına değildir.
Üçüncü ve son durağımız “idealist felsefe”[iii] ve bu felsefenin modern dönemdeki temsilcisi Georg Wilhelm Friedrich Hegel.
Hegel maddeyi düşüncenin yarattığını ileri sürerek idealist felsefe içinde yerini almıştır: Hegel’e göre gerçeklik ile akıl arasında bir ikilem değil tam bir örtüşme bulunmaktadır: “Rasyonel olan gerçek, gerçek olan rasyoneldir.”[iv]
Hegel’de doğa, Tanrısal aklın somutlaşması ya da cisimleşmesi, varlık kazanmasından başka bir şey değildir.
Hegel Tanrı’nın kendisini evrende dışsallaştırdığını ve doğal dünyanın Tanrısal aklın eseri olduğunu ileri sürmektedir. Doğayı ve insanı yaratan Tanrısal akıl (düşünce) ile yaratılan gerçekler (nesne) arasında bir uyumsuzluk olamazdı; yaratanın yarattığını kavrayamaması sözkonusu olamazdı. Gerçek olan varlık ide ya da düşüncedir ve madde düşüncenin bir yaratısıdır.
Bir hayli soyut galiba. Ama sonuçları daha anlaşılır: Madem ki evrende gördüğümüz bütün nesneler Tanrısal aklın somutlaşmasıdır, o zaman, dünyadaki toplumsal düzen de doğal ve akla uygundur. Bu durumda içinde yaşanılan toplumun din, mutlak monarşi, aile, siyasal düzen gibi mevcut tüm kurumları Tanrısal aklın bir parçasıdır ve bunlara itiraz etmemek gerekir. Sonuç 19. Yüzyıldaki mevcut statükonun korunması zorunluluğudur.
Ama devamı var ve daha kötü:
Hegel’e göre her kavramın ve dolayısıyla bu kavramın somutlaşması olan her nesnenin içinde zıddı bulunmaktadır. Örneğin varlık ancak yoklukla birlikte anlam ifade eder. Varlığı yokluktan bağımsız olarak düşünmek olanaklı olmadığına göre varlık kavramı yokluk kavramını içerir. Doğadaki bütün varlıklar kendi içerinde zıtlarını barındırır: Siyah-beyaz, sıcak-soğuk, kölelik-özgürlük, yaşam-ölüm vb. Varlıklar arasındaki bu zıtlık çelişki ilkesini doğurur. Özetle tez antiteziyle birlikte vardır ve bunların çatışmasından sentez doğar. Bu sentez yeni bir tez oluşturur ve antitezi ile birlikte varolur. Bu döngü yeniden birliği temsil eden Tanrı’ya ulaşıncaya kadar devam eder.
Tez-Antitez ve Sentez döngüsü aklın diyalektik gelişmesidir ve bu gelişme yetkinliğe (Tanrı’ya) ulaşıncaya kadar sürecek bir devinimdir.
Diyalektik süreç ahlak için de geçerlidir: Ailedebireyin iradesi ile genel irade arasındaki uyum yetersizdir. Çağdaş burjuva toplumu olan sivil toplumda bu uyum daha yüksektir. Birey işlerini yaparken başkalarına bağımlı ve uyumlu olmak zorunda olduğunu öğrenmiştir. Devlette ahlakın gelişimi doruğuna ulaşmıştır. Devlet ahlakı ve bireyin özgürlüğünü en yüksek noktaya ulaştıran üst akıldır. Hiç kuşku yok ki burada sözü edilen genel iradenin halkın demokratik yollarla ortaya koyduğu iradesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Genel irade devletin başında bulunan yöneticinin iradesidir. Devletin aklı da bu çerçevede sözü edilen yöneticinin iradesidir. Bu tahlilden çıkan pratik sonucu Şenel bizim için özetliyor:
“Halk egemenliği, demokrasi gibi zırvalıkları bırakın, Prusya monarkına mutlak bir boyuneğiş gösterin; Prusya, disiplini ve militarizmi ile dünyanın efendisi olacaktır.”
Felaket bundan sonra başlıyor:
Hegel tanrısal akla dünya aklı (weltgeist) demekte ve bunun karşısına halkların akıllarını (folkgeist) koymaktadır. Diyalektik gelişme gösteren akıl dünya aklıdır. Hegel’e göre dünya aklını her çağda bir ulus temsil etmektedir. Sözkonusu çağda bir ulusun aklı, dünya aklı işlevi görevini üstlenmektedir. Görevi hangi halkın üstleneceği, diyalektik metoda uygun olarak çatışmayla belirlenir ve uluslar arasında çatışma savaş demektir. Bu nedenle savaş dünya aklının gelişmesini sağlayacağı için hem gerekli, hem de kutsaldır. Bu bakımdan savaşlar tarihteki gelişmeyi sağlayan itici güçtür ve tarihin yapıcı birimleri savaşan uluslardır.
Hegel’in halk ve ulusla kastettiği kurum aslında devlettir. Devlet uluslararası düzeyde savaşan aktördür ve savaşı kazanan devlet yetkinliğe yaklaşan, tanrısal akla doğru gelişen devlettir. Devlet uluslararası düzeyde çelişme-çatışma yoluyla yetkinleşirken, yurtiçi düzeyde bireylerin aklının yetkinleşmesine bağlı olarak yetkinleşen varlıktır.[v]
Somut söyleyelim: Hegel’e göre devlet uluslararası düzeyde savaşarak yetkinleşen bir varlıktır ve içeride birey, devlet yasalarına koşulsuz uydukça yetkinleşecektir. Bu yüzden devlet kutsaldır ama belirli bir çağda dünya aklını temsil eden ulus daha kutsaldır.
Peki bu devlet hangi devlettir?
Hegel’e göre Almanya.
İşte bu anlayış 1930’larda Almanya’da faşizmin felsefesini oluşturur.
Hegel’in felsefesinin İtalyan ve Alman Faşizmiyle ilişkisini Şenel’den alalım:
“Faşizm, devleti bütün değerlerin üzerine koyup putlaştırır. Bu düşünce Hegel felsefesinden beslenmiştir. Gerçekten faşizm “öğretisiz eylem” olmakla övünmekten vazgeçip, bir öğreti edinme yoluna gidince, Hegel’den yararlanılabileceği anlaşıldı. 1929’da iki ay sonraki parti kongresine yetiştirmesi isteğiyle Giovanni Gentile’ye faşist öğreti ısmarlandı. Gentile’nin elinde ise Hegelci felsefe vardı. Onu sattı. Devleti putlaştıran Hegelci felsefeye uygun bir slogan da bulundu: ‘Her şey devlet için, her şey devletin içinde.’…Hegel’in devleti putlaştırması, faşizme tam oturmuştu. Örneğin, gerçek özgürlüğün devletin mutlak özgürlüğü olduğu; bireyin devlete mutlak uymasının ise, o bireyin mutlak özgürlüğü anlamına geleceği düşüncesi, Hegelci felsefeden alınmadır.”
“Dünya tininin hangi ulusta gerçekleşeceği, uluslararası savaşlarda belli olur. Tarihte… büyük imparatorluklar, güce dayanarak kurulup, dünya tinini temsil etmişlerdi. Sıra Germenlerdeydi. Hegel hatta, zamanında dünya tininin Prusya’da Alman ulusunda gerçekleşmekte olduğunu bile söylemişti. Daha ne söylesin? Nazilerin onun düşüncelerini olduğu gibi alıp benimsemeleri yetecekti.”[vi]
Bu arada Hegel’e haksızlık etmemek için bir açıklama yapmak zorunlu: Hegel’in kendisinin faşist bir devlet tasarladığını söylemek mümkün değil. Ama Hegel’in amacı ne olursa olsun düşünceleri faşist düşünceye dayanak olarak kullanılmıştır.[vii]
Otoriter totaliter anayasalar bireyin özgürlüğünü değişik boyutlarda sınırlayıp devletin kutsallığını öne çıkarırlar. Aktif olan ve bireye yön veren devlet ya da daha doğrusu devleti yöneten liderler-azınlıktaki bir yönetici grubudur. Bireyler devlete edilgindirler ve itiraz etmeyip itaat etmekle, özgürlüklerinden vazgeçmekle gerçek özgürlüğe ulaşmış olurlar.
ANAYASAYI ÖZGÜRLÜKÇÜ A DA OTORİTER YAPAN NEDİR?
Bu yazının üçüncü ve son sonucu: otoriter totaliter anayasalar bireyin özgürlüğünü değişik boyutlarda sınırlayıp devletin kutsallığını öne çıkarırlar. Aktif olan ve bireye yön veren devlet ya da daha doğrusu devleti yöneten liderler-azınlıktaki bir yönetici grubudur. Bireyler devlete edilgindirler ve itiraz etmeyip itaat etmekle, özgürlüklerinden vazgeçmekle gerçek özgürlüğe ulaşmış olurlar.
Otoriter anlayışın ya da otoriter anayasaların halkın, halk tarafından, halk için yönetimi anlamına gelen demokrasi ile bağdaşmadığı açıktır. Bir yönetim ya da anayasa otoriter öğelere ağırlık verdikçe demokrasiden uzaklaşır.
Bir anayasanın otoriter ya da özgürlükçü olması onu yapan iktidarla ilişkili değildir.
Örnek her ikisi de birer darbe ürünü olmasına rağmen 1961 Anayasası özgürlükçü, 1982 Anayasası otoriter bir anayasadır.
Bazıları şu cevabı verebilir:
“Hayır efendim, her iki anayasa da darbecidir ve her ikisi de vesayetçidir. Çünkü 1961 Anayasası’nda vesayetçi Anayasa Mahkemesi kurulmuştu.”
Anayasa Mahkemesi’nin bir vesayet kurumu olduğunu söyleyenlere verilecek cevap var, ancak bir hayli uzun ve buraya sığmaz. Onlara modern anayasacılığın tarihini okumayı önermek dışında bir seçeneğim yok.
Ama zannederim 1982 Anayasası’nın otoriter eğilimli olduğundan kuşku duyan insan sayısı çok azdır.
Bu yüzden 1982 Anayasası’nın bu yazının konusu olan ve bireyi dışlayan otoriter yönetimler kategorisi içinde olduğunu söylemek mümkün.
Özgürlüklerimizi sınırlayan ve otoriteyi güçlendiren bu Anayasa’nın otoriterlik yoluna girmesi daha 1971 Muhtırası ile başlamıştı ve 1970’li yıllar daha otoriter bir anayasa provası ile geçmişti.
Bu provadan sonra otoriter eğilim anayasal güvenceye bağlandı. Dolayısıyla eğilimleri ölçmeye çalışan biri 1971’den 1982’yi okuyabilirdi.
1982 Anayasası da zaman içinde yeni eğilimlerin etkisine girdi ve bugün için bu eğilimleri okuyarak hangi yöne gidileceği konusunda bilimsel öngörüler yapmak mümkün.
Yazı çok uzadığından anayasalarımızda otoriterlik özgürlükçülük eğilimleri için sonraki yazı…
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
9549,89%1,94
34,54% 0,18
36,00% -0,62
3005,99% 1,50
5006,70% 1,01
Ağrı
25.11.2024