MECLİS BAŞKANLIK DİVANLARININ TARAFSIZLIĞI ÜZERİNE

MECLİS BAŞKANLIK DİVANLARININ TARAFSIZLIĞI ÜZERİNE

Prof. Dr. Fahri Bakırcı

Bir mahkeme kararının Genel Kurulda açıklanmasına ilişkin işlemin, bir siyasal parti grubunun grup başkanvekili tarafından talimat verildiğinde yerine getirilecek “bir prosedür” olarak tanımlanması kuvvetler ayrılığının işletilmesinde kilit önemde olan tarafsızlığı ortadan kaldırmıştır.

İngiltere’de Avam Kamarası Başkanı İngiliz demokrasisinin en önemli güvencelerinden biridir.

Çok mu abarttım?

Şu itiraz akla gelmiştir:

“Bir kişi nasıl bu kadar önemli olabilir ki? Anayasal sistemin o kadar çok bileşeninin olduğu ve birçok anayasal belgenin bulunduğu bir ülkede Meclis Başkanı ne yapabilir ki?”

Yapar.

Günümüz İngiliz parlamenter sisteminin ve demokrasisinin önemli öğelerinden biri “Meclis Başkanı” değildir; ama “Tarafsız Meclis Başkanı”dır.

Bakalım.

Bugünkü parlamentolarımızın bin yıla yaklaşan bir tarihi geçmişi var: 1215 yılında Kral ile Baronlar arasında vergi konusunda çıkan uzlaşmazlık çatışmaya dönüştü ve çatışma sonunda Kral ve taraftarlarının yenilmesiyle taraflar arasında Büyük Özgürlük Fermanı (Magna Charta Libertatum) imzalandı. Ancak İngilizler bu belgenin uygulanmasını şansa bırakmadılar ve Büyük Konsey (Magnum Consilium) adını verdikleri ve bugünkü parlamentoların ilk nüvesi sayılabilecek bir yapı oluşturdular. Konsey üç kesimin temsilcilerinden oluşuyordu: (1) Ruhban (2) Soylular (3) Avam (halk).

Ruhban bir süre sonra dünyevi meselelerle uğraşmak istemediğinden Konsey’den ayrıldı.

Konsey’de burjuvazinin temsilci sayısı artmaya ve etkinlik sağlamaya başlayınca soylular rahatsız oldu ve 1332 yılında ayrılarak kendilerine ait yeni bir meclis kurdu. Bu yeni Meclis İngiltere’de bugün de varlığını sürdüren Lordlar Kamarası’nın temelini oluşturdu.

Burjuvazinin hâkim olduğu konsey, bu ayrılıktan sonra artık soyluları ve ruhbanı içermediğinden Avam Kamarası adını aldı.

İngiliz Parlamentosu’nun ortaya çıkışının çok kısa öyküsü.

Ancak bu henüz oluşum aşamasıydı ve parlamenter sistemin bileşenleri 4-5 asırlık bir süreçte aşamalı olarak belirecekti.

Bu bileşenlerden birisi “Speaker” biçiminde adlandırılan Avam Kamarası Başkanı idi.

İngilizce’de “speaker” “konuşmacı” ya da “sözcü” anlamına gelir.

İngilizce’de “başkan” için “president”, “head”, “chief”, “chair” gibi sözcükler kullanılır.

O zaman İngilizler meclis başkanına neden “Sözcü” diyorlar?

Tarihsel bir nedeni var.

Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası ayrılınca şöyle bir sorun doğdu: O dönemde her sınıf sadece kendi kamarasına katılabildiğinden ve Kral’ın kendisi de bir lord olduğundan, Lordlar Kamarası ile Kral arasındaki iletişimde bir sorun olmadı. Ancak Avam Kamarası’nda alınan kararların Kral’a iletilmesi sorunu doğdu. Avam Kamarası’nda alınan kararların Kral’a iletilmesi için bir “Sözcü” (Speaker) seçildi.

İşte bu “Speaker” zamanla Avam Kamarası’nın Başkanı oldu. Ama geleneklerine bağlı İngilizler, Avam Kamarası’nın güçlenmesinden sonra, yetkileri artmış olmasına rağmen, bu makamın adını değiştirmediler ve “Speaker” adını kullanmaya devam ettiler.

Özetle İngilizler geleneğe bağlı kalarak “Speaker” adını korudukları “Avam Kamarası Başkanı”nın rolünü ve işlevini değiştirdiler.

Hem geçmişe bağlılık hem de geleceğe uyarlama ya da süreklilik içinde kopuş.

Özetle ilk seçimde tarafsızlığı sağlamaya yönelik kurallar var. Ama bir kez seçilen Başkan, sonraki dönemler dâhil, dilediği sürece Başkanlık görevini sürdürür. Ne iyi iş değil mi? Bir kez seçilen biri kalıtımsal bir görevmiş gibi ömür boyu Meclis Başkanlığı yapıyor.

İNGİLTERE ÖRNEĞİ 

Şimdi, ilginç bir özellik: Avam Kamarası Başkanı seçilen kişi istediği sürece bu görevini sürdürür.

“Ya milletvekili seçilemezse?”

Teamül gereği böyle bir olasılık yok gibi: Siyasi nezaket ve teamüller gereği Başkan’ın aday olduğu bölgede diğer partiler aday göstermez; aday olan Başkan da seçimde partili kimliğini öne çıkarmaz.

Böylece eski Başkan için milletvekili seçilememek gibi bir olasılık söz konusu olmaz.

“Milletvekili seçilmesine rağmen ya Başkanlık seçimini kazanamazsa?”

Böyle bir olasılık da yok.

Neden?

Milletvekili seçilen eski Başkan, Başkanlığa devam etmek istediğini bildirirse Başkanlık seçimi yapılmaz; seçim yapılmaksızın eski Başkan yeniden seçilmiş olur; Başkan olarak ilan edilir.

İlk seçim sırasında da tarafsız bir başkan seçmekle ilgili kurallar var. Örneğin Başkan adayı en az 12-15 milletvekili tarafından önerilebilir ve bu önergede en az 3 milletvekili farklı partiden olmak zorunda.

Özetle ilk seçimde tarafsızlığı sağlamaya yönelik kurallar var. Ama bir kez seçilen Başkan, sonraki dönemler dâhil, dilediği sürece Başkanlık görevini sürdürür.

Ne iyi iş değil mi? Bir kez seçilen biri kalıtımsal bir görevmiş gibi ömür boyu Meclis Başkanlığı yapıyor.

Evet, ama bunun nedeni seçimi bir kez kazanan kişiyi ödüllendirmek değil.

Aslında bakarsanız kurumsallaşmış demokrasilerde kamu görevlerini yürüten kişilere ayrıcalıklar verilir; ama bu ayrıcalıkların nedeni kamu görevlilerinin “kara kaşları ve kara gözleri” değil.

Amaç kamu görevlerinin daha iyi yerine getirilmesi; kamu yararının sağlanması.

Meclis Başkanının istediği sürece seçilmesinin kamu yararıyla ne ilgisi olabilir ki?

İlgisi var, hem de çok.

Başkanlar bütün partilere eşit mesafede olduklarını göstermek için çeşitli teamüller geliştirmişlerdir. Örneğin genel kural olarak hiçbir milletvekiline aynı konuda birden fazla söz hakkı verilmez; parti ayrımı gözetilmeksizin her toplantı yılında her üyenin bir konuşma olanağı bulması sağlanır; siyasal partiler tarafından verilen anlamsız önergeler ayıklanarak işlemden kaldırılır.

BAŞKANIN AYRILAĞININ NEDENİ?

Parlamenter sistemlerde yürütme organı yasamanın içinden çıkar ve yasamanın güvenine ihtiyaç duyar. Bu yüzden hükümet parlamentoda çoğunluğu sağlayan parti tarafından kurulur. Sonuç yasama ile yürütme arasında kuvvetler ayrılığının ortadan kalkmış olmasıdır ve bu kuvvetler ayrılığı açısından ciddi bir sorundur.

Parlamenter demokrasiler bu sorunu çözmek için yeni bir formül geliştirdiler: Muhalefeti güçlendirerek kuvvetler ayrılığını yeni bir boyutta yeniden tesis etmek.

Varsayım şudur: Her yönetim biçiminde “siyasal iktidar” vardır, ancak “muhalefet” sadece demokrasilere özgüdür. Bu ülkelerdeki anlayışa göre muhalefetsiz demokrasi olmaz. Üstelik bu muhalefet kâğıt üzerinde kalan bir muhalefet değil, siyasal iktidarı denetleme gücüne sahip bir muhalefet olmalıdır.

İşte Avam Kamarası’nda Başkana verilen ayrıcalığın nedeni burada gizli: Başkan bütün partilerin işbirliğiyle seçilince, hepsine eşit mesafede olmak zorundadır.

Herhangi bir siyasal çoğunluğun Başkan üzerinde etkili olması mümkün değildir.

Başkanın bu görevi sürekli olarak elinde tutuyor olmasının nedeni, bütün siyasal partilerin, üstü örtülü olarak Başkana destek vermiş olmalarıdır.

O zaman Başkan da hiçbir siyasal partinin yanında durmaz-duramaz; çünkü hiçbir siyasal partiye vefa borcu yoktur; bir vefa borcu olduğu söylenecekse bu borç bütün siyasal partileredir.

Bu yüzden de Başkan tam bir tarafsızlıkla davranır. Siyasal partileri ne kayırır ne de incitir.

Sonuç Başkanın sistem içinde çok büyük bir ağırlığa sahip olmasıdır.

Başkanlar bütün partilere eşit mesafede olduklarını göstermek için çeşitli teamüller geliştirmişlerdir. Örneğin genel kural olarak hiçbir milletvekiline aynı konuda birden fazla söz hakkı verilmez; parti ayrımı gözetilmeksizin her toplantı yılında her üyenin bir konuşma olanağı bulması sağlanır; siyasal partiler tarafından verilen anlamsız önergeler ayıklanarak işlemden kaldırılır.

Herkes tarafsızlığına inandığından büyük bir saygınlığı vardır Başkanların; demokrasinin önemli bir güvencesi olarak kabul edilirler.

Böylece Avam Kamarası Başkanı muhalefetin etkin bir aktör olarak sistemde yerini almasını sağlar. Siyasal iktidarlar bu durumdan rahatsızlık duymazlar, çünkü demokrasinin muhalefetsiz işlemeyeceğini kabul ederler.

Tek bir kişiye sağlanan bir ayrıcalığın demokrasinin işleyişi üzerindeki devasa etkisini görünce siyasal sistemin işleyişinin doğru kurallara bağlanmasının ne kadar önemli olduğu daha kolay anlaşılmakta.

Şöyle bir itirazı duyar gibiyim:

“Ne yani hoca bizim Meclis Başkanlarımız tarafsız değil mi?”

“Neden açıp Anayasaya bakma zahmetine katlanmıyorsun?”

Aaaaaaa….

Gerçekten haklı itirazlar

Şimdi şöyle bir baktım, şöyle yazıyor Anayasa:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten Başkanvekili oy kullanamazlar” (m. 94/son).

İktidar partisi grup başkanvekilinin bu tür bir açıklama yapmasının ardından, TBMM Başkanvekilinin yapılan açıklama doğrultusunda işlem yapması nasıl açıklanabilir? Aslında burada sorunun iki boyutu var: (1) İktidar partisi grubu başkanvekilinin bu tür bir açıklama yapmış olması, (2) TBMM Başkanvekilinin bir siyasi parti grubunun açıklaması doğrultusunda işlem yapması.

TARAFSIZLIĞIN ÖNEMİ

Hatta aynı maddede Başkanın tarafsızlığını sağlamayı amaçlayan bir seçim yöntemi öngörülmüş:

“Başkan seçimi gizli oyla yapılır. İlk iki oylamada üye tamsayısının üçte iki ve üçüncü oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğu aranır. Üçüncü oylamada salt çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamada en çok oy alan iki aday için dördüncü oylama yapılır; dördüncü oylamada en fazla oy alan üye, Başkan seçilmiş olur.”

Türkçesi şu: Başkanın tarafsızlığı çok önemli olduğundan siyasal parti grupları seçim üzerinde etkili olamasınlar ve milletvekilleri vicdanlarına göre karar versinler diye gizli oylama olsun. Böylece Başkan bir siyasal partinin etkisine girmesin. Ama bu da yetmez seçilecek kişiler üzerinde bir oydaşma da sağlansın. Başkan 600 milletvekilinin 400’ünün oyunu alsın; alamazsa bir kez daha denensin. Ama bu çoğunluğun sağlanamadığı anlaşılırsa 300 oy alsın. Bu da olmazsa son oylamaya iki aday katılsın ve en çok oy alan aday seçilmiş olsun.

Bu arada eklemek gerekir ki Başkanın düşük çoğunluklarla seçilmiş olmasının ona taraflı davranma hakkı vermediğini belirtmek gerekir. Başkan gizli oyla seçildiğinden, en azından teorik olarak, kimin oyunu aldığını bilemez. Bu yüzden bütün siyasal partilerin ve milletvekillerinin haklarını tarafsız bir biçimde gözetmek zorundadır.

Tarafsızlığa ilişkin benzer düzenlemeler hem TBMM İçtüzüğünde hem de TBMM teamülleri arasında yer almakta.

Örneğin teamüllere göre her hafta ayrı bir siyasal partiden seçilen Başkanvekiline oturumları yönetme görevinin nöbetleşe verilmesi; oturumu yöneten Başkanlık Divanında mutlaka muhalefetten üyelerin de yer alması vb.

Bu yüzden itirazların haklılığı kesin.

Ama o zaman cevaplanamayan başka sorular doğmakta:

Milletvekili seçilen Can Atalay, tutuklu olarak yargılandığı için milletvekilliğine başlayamadı. Hukuken durdurulması gereken ama buna rağmen sürdürülen yargılama sonunda milletvekili seçilmeye engel bir suçtan dolayı hüküm giydi. Bunun üzerine AYM’ye bireysel başvuruda bulundu. Mahkemenin bireysel hak ihlali olduğunu saptamasına rağmen, yerel mahkeme karara uymadı ve böyle bir yetkisi olmadığı halde dosyayı karara bağlaması için Yargıtay 3. Ceza Dairesine gönderdi. Daire AYM Kararını tanımadığını açıkladı. Anayasanın 153. maddesindeki “Anayasa Mahkemesi kararları …yargı organlarını, …bağlar” biçimindeki hükmü eylemli olarak değiştiren bu karar siyasal iktidar tarafından desteklendi. Bu karar üzerine ikinci kez yapılan bireysel başvuru benzer bir akıbete uğradı. Bu kararların “hukuksal” değil “siyasal” oldukları üzerine çok şey söylendiği için burada çok uzun durmaya gerek yok.

TBMM Başkanvekilinin bir siyasal parti grubu üyesi olduğu ve başkanvekili seçilmekle üyelik bağının sona ermediği doğrudur. Ancak Anayasa “Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine” katılamayacaklarını emretmiştir.

Anayasa, İçtüzük ve teamüller gereği tarafsız olması gereken Meclis Başkanlığı (ve Başkanvekilliği) ile ilgili kısım burada başlıyor.

Meslektaşım Doç. Dr. Tolga Şirin T24 gazetesindeki köşesinde şunları yazdı:

“Şerafettin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşeceğini AK Parti Meclis Grup Başkanvekili Leyla Şahin-Usta’nın açıklamasından öğrendik. Sayın Grup Başkanvekili “Can Atalay kararı bugün veya bu hafta Meclis’te okunarak milletvekilliği düşecek. Bugün veya bu hafta tamamlamayı düşünüyoruz açıkçası. Artık bir prosedür haline gelmiş durumda, Meclis’in de üzerine düşen görevi yapması gerekiyor.” dedi. Bu açıklamanın yayımlandığı haberlerin mürekkebi bile kurumamıştı ki TBMM Başkanvekili Bekir Bozdağ, apar topar Danışma Kurulunu topladı. Düşmenin gerçekleştirileceği, yani TBMM Genel Kurulunda ilgili yazının okutulacağı (resmî olarak) 30 Ocak 2023 tarihinde yapılan Danışma Kurulunda saat 14.55’te öğrenildi. Ardından ilgili yazı, tepkilere rağmen aynı gün okundu.”

Gerçekten inanmak zor: Her yönüyle tartışmalı bir hükmün tarafsız Başkanlık tarafından okunması “bir prosedür haline gelmiş” olduğundan, bir siyasal parti grubu, “Meclis’in de üzerine düşen görevi yapması gerek”tiğinden söz etmektedir.

Meclis bir karar almayacak, bir tartışma yapmayacak ve sadece Mahkemeden gelen metnin okunması, milletvekilliğinin düşmesi sonucu doğuracak ve bu tür bir işlem basit “bir prosedür haline gelmiş” olacak?

İktidar partisi grup başkanvekilinin bu tür bir açıklama yapmasının ardından, TBMM Başkanvekilinin yapılan açıklama doğrultusunda işlem yapması nasıl açıklanabilir? Aslında burada sorunun iki boyutu vardır: (1) İktidar partisi grubu başkanvekilinin bu tür bir açıklama yapmış olması, (2) TBMM Başkanvekilinin bir siyasi parti grubunun açıklaması doğrultusunda işlem yapması.

TBMM Başkanvekilinin bir siyasal parti grubu üyesi olduğu ve başkanvekili seçilmekle üyelik bağının sona ermediği doğrudur. Ancak Anayasa “Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine” katılamayacaklarını emretmiştir. Yukarıdaki alıntılardan anlaşılacağı gibi bir siyasi parti grubu, hukuksal yönü tartışma konusu olan bir mahkeme kararını uygulama kararı almış ve bu kararını basın yoluyla açıklamıştır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki bu açıklama kararın “siyasi” olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Herhangi bir siyasal parti grubunun TBMM Başkanlığının hangi doğrultuda işlem yapacağını açıklama yetkisi yoktur. Bu yetkisinin olduğunu düşünen bir grup, TBMM Başkanlığını kendisine bağlamış olduğunu da açıklamış olur.

Öte yandan TBMM Başkanvekilinin bu siyasi karar doğrultusunda işlem yapması tarafsız olmadığını göstermiştir.

Şirin’in yukarıda sözünü ettiğim yazısında, tarafsızlığı şüpheli bir Başkanvekilinin başkanlığında yönetilen bir oturumda çıkarılan kanunun, 1975 yılında, AYM tarafından iptal edildiği görülmektedir.

Başka bir anlatımla AYM, daha 1975 yılında verdiği kararında, bizde de TBMM Başkanının tarafsızlığının önemini ortaya koymuştur. Üstelik bu karara konu olan olayda, oturumu yöneten Başkanın taraflı davrandığına ilişkin hiçbir belirti yoktur. Başkan sadece aynı anda partide de bir görev üslendiğinden tarafsız davranamayacağı varsayımıyla onun yönetiminde çıkarılan kanun iptal edilmiştir.

Muhalefetin bir aktör olarak varlığının kabul edilmesi, haklarının güvence altına alınmasını gerektirir. Mensubu olduğu siyasal partinin açıklamaları doğrultusunda işlem yapan bir başkanvekilinden muhalefetin haklarını korumasını beklemek gerçekçi olmaz.

KAĞIT ÜSTÜNDE KALAN DEMOKRASİ 

Mevcut olayda ise Başkanın yapacağı “bir prosedür haline gelmiş” işlem, oturumu yöneten başkanın mensubu olduğu siyasal parti grubu tarafından açıklanmaktadır.

Buradan hareketle tarafsızlık konusunda 1975 yılının gerisine düşmüş olduğumuzu söylemek gerekir.

Ama şimdi büyük resme geri dönelim:

Anayasanın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik… bir hukuk Devleti” olduğunu öngörmüştür.

İngiltere örneğinde açıkça görüldüğü gibi “demokratik” sıfatı “muhalefet” ile ilişkili olarak tanımlanmak zorundadır. Siyasi bir çoğunluk tarafından yönetilen ve muhalefetin bir aktör olarak kabul edilmediği ülkelerde “demokratiklik” kâğıt üzerindedir.

Muhalefetin bir aktör olarak varlığının kabul edilmesi, haklarının güvence altına alınmasını gerektirir.

Mensubu olduğu siyasal partinin açıklamaları doğrultusunda işlem yapan bir başkanvekilinden muhalefetin haklarını korumasını beklemek gerçekçi olmaz.

Bu yazıyı okuduktan sonra “biz mensubu olduğu siyasal partinin talimatlarını yerine getiren bir TBMM Başkanı ya da Başkanvekilinin tarafsızlığa aykırı davrandığını düşünmüyoruz; bunun sistemin demokratikliği üzerinde de bir etkisi yoktur; ülkemizde muhalefet partilerine de seçime girme hakkı verilmiş olması demokrasi sayılmak için yeterlidir” diyecek olanlara bir sözüm yok.

Sadece bu yazıyı okumakla zaman kaybettiklerini üzülerek söylemek isterim.

Ama yapılan işlemin Anayasanın 2. maddesinde tanımlanan “demokratik… hukuk Devleti” açısından ne anlama geldiğini sorgulayanlara bu bilgiler çerçevesinde değerlendirme yapmalarını öneririm.

Özetle günümüzde anayasal devletin vazgeçilmez bileşeni olan kuvvetler ayrılığı ilkesinin içi dönüşüme uğramıştır. Yasama- yürütme ayrılığı fiili olarak kaybolduğundan, kuvvetler ayrılığı iktidar-muhalefet arasında yeniden kurulmuştur. Meclis başkanları bu ayrılığın sağlanmasında kilit önemdedirler. Bir darbe ürünü olan 1982 Anayasası bile Başkanın (ve oturumu yöneten başkanvekillerinin) tarafsızlığı konusunda hükümler koymuş ve bu hükümler hem İçtüzükte hem de teamüllerde yansıma bulmuştur.

Bir mahkeme kararının Genel Kurulda açıklanmasına ilişkin işlemin, bir siyasal parti grubunun grup başkanvekili tarafından talimat verildiğinde yerine getirilecek “bir prosedür” olarak tanımlanması kuvvetler ayrılığının işletilmesinde kilit önemde olan tarafsızlığı ortadan kaldırmıştır.

Bu makalenin -en azından kısmen- konusu olan muhalefete de kendisinin demokrasinin işleyişi yönünden varlığına ihtiyaç duyulduğunu ve Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesini sağlayan açıklamanın, tarafsızlığını yitiren bir başkanvekili tarafından yapılmış olması nedeniyle yok hükmünde olduğunun saptanması için AYM’ye başvurmalarını öneririm.

Fahri Bakırcı, Prof. Dr., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

 



Yükleniyor

Yükleniyor

Yükleniyor