Tarih: 28.08.2020 09:05

Beni Kör Kuyularda/ Hasan Ali TOPTAŞ

Facebook Twitter Linked-in

"Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,

Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,

Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;

Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın."

Kitabın ismi size de bu dizeleri hatırlatmıyor mu? Üstelik bu isimde bir yarım bırakılmışlık hissi var, yazar tamamlayıcı rolü daha kitabı elimize alır almaz bize veriyor. Yazar ve okuyucu arasında bir anlaşma imzalanıyor. Sadece ikisi arasında gerçekleşen sanal bir anlaşmadır. Okur, tüm olup bitenin kurgu olduğunu bildiği hâlde ‘’Mış’’ gibi yaparak, inanıyormuş gibi davranarak yüzlerce sayfanın içinde yer alır.  Okur bu türden bir anlaşma yapmazsa romanı kavrayamaz, iç dünyasına giremez.

 Hasan’ım Ali her daim; hem yazdıklarıyla hem de kitap isimleriyle dikkatleri üzerine çekmiştir. ‘’Kitap isimleri başlı başına birer roman, birer öyküyken içinde ne büyük harfler vardır.’’ diye düşündürüyor insanı. Büyük harften kastım elbette imlâ değil, buradaki büyüklüğü anlatmaya kalksam, sonra oturacak yer bulamayabilirim. Toptaş, Oğuzcan’ın şiirini anımsatan bu kitap ismini seçerken belki de şiire olan özlemini hissettirmek istemiştir; kim bilir… 

Toptaş’ı bilenler bilir; hemen hemen her eserinde okuru muallakta bırakmayı, cevapsız sorularla uğraştırmayı, kitabın devamını okura yazdırmayı ve okurla yazmayı pek sever. Bu kitapta da bu tekniğini elbette uygulamış. Üstelik Uykuların Doğusu romanı için "Romanın yapısı biraz da dünyanın hareketine benzesin ve roman tıpkı dünya gibi dönüp dursun istedim." diyor ve bu kitabın içinde de Uykuların Doğusu'na atıfta bulunuyor. Kitap bitince kitaplığınıza ilerleyip Uykuların Doğusu’nu elinize almanız kaçınılmaz.  Sonra bir de dizlerinizin üstüne çöküp cenaze alayındaymışsınız da tek kelime konuşsanız ayıp olacakmış gibi bir hisse kapılıyor,

-Toptaş ya bunun devamını yazacak ya da bu romana her okuyan bir şeyler ekleyecek ve dünya döndükçe kitap da dönecek, duracak, diyorsunuz.

‘’ Bir kez selamete erdikten sonra, kendine hâlâ canlı demeye kim cesaret edebilir?’’ Cioran’ a ait bu alıntıyla kitaba başlamış Toptaş. Bir cümlesinde de şöyle der ‘’Cioran okumak iyidir, çünkü onu okuduğunuzda kendinizi kötü hissedersiniz. ‘’ Şimdilerde bu cümle Toptaş’ın eserlerinde vuku buluyor. Özellikle bu kitapta, Güldiyar’ın hikâyesinde insana kendisini kötü hissettirmeyi epey başarmıştır. Bu anlatı Toptaş için yeni bir anlatı değil ama tipik bir Toptaş anlatısı da değil. Çünkü işin içinde söylem varsa hiçbir metin tipik olamaz, her birinin kendine has bir formu ve biricikliği vardır.

 Ayakkabıcı babasına yemek götüren, yolda başına kötü şeyler gelen, eve döndükten sonra suskunlaşan ve gözlerinden yaş yerine taş dökülen Güldiyar’ın hikâyesi seyirlik bir tiyatroya dönüyor. Güldiyar ve akıttığı taşlar artık birilerinin eğlence ögesi olmuştur. Tıpkı hayat gibi; umarsız bakışlar, iç çekişler, meraklı gözler, meraksız ruhlar… Esasen de taşlaşmış kalpler. İçimizi burum burum buran bu acı, seyirlikmiş, öyle bakıyormuşuz. Haticeye değil neticeye bakmak atasözünün bu kitapla değerleneceğini hiç düşünmezdim. İnsanlardaki seyir merakı, sebepler değil, sonuçlar bağımlılığı, bunun doğurduğu aşağılık duygular dipsiz bir kuyuda olduğumuzu suratımıza çarpıyor; kesinkes. Güldiyar’ın bir isme sahip olması var olduğu anlamına gelmiyor. Hoş, biz her şeye bir isim koyar, ismini koyduğumuz varlıklarla, nesnelerle ideallerimizi yansıtırız. Tıpkı isimlerimizle anne-babalarımızın ideallerini yansıttığımız gibi. Güldiyar da kim bilir hangi ideali yansıtıyordu da insanlar onun döktüğü yaşları -göz taşlarını- varlığına tercih etmişti.  Özüne baktığımız zaman tam da dediğim noktaya dönüyoruz; ismimiz var diye ‘’Var’’ değiliz, isimlerimizle sadece birilerine sunulan etiketleriz; tanınmak, tanıtılmak adına…  Peki, bizi var eden duygu hangisidir? İşte bu kitapta bu soruya ve türevlerine cevap arıyorsunuz. Kendinize karşı düşünmeyi öğreniyor, sorgu müptelası bir tavırla ‘’Giz’’i bulmaya çalışıyorsunuz. Bir kitabın çok sorgulatması onun görece kaliteli oluşundandır diye düşünüyorum. Nihayetinde yazar, size her şeyi, armut piş ağzıma düş kıvamında değil, ey okur bu metindeki yazılanların günahı ne kadar benimse bir o kadar da senin olmalıdır diyor, yani onunla beraber yazmaya çalışıyorsunuz satırları. Toptaş da bunu defalarca yüzümüze çarpıyor ve kitaba asla bir sonu uygun bulmuyor çünkü yaşananlar ne dün ne bugün ne de yarın bir sona ulaşmayacak. Dolayısıyla başımızı iki elimizin arasına alıp düşünmemizi belki sadece düşünmemizi istiyordur. Ya da düşünüyor gibi yapmamamızı, kim bilir.

Toptaş’ın izinden devam edip bu yazıya ben de son vermiyor, yazıyı noktayla değil, kısa çizgiyle bırakıyorum; kapıyı aralamanız için-

Dilek Eylem TAŞDEMİR




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —