Madem ki Cumhuriyetin nitelikleri zaten değişmiş durumda ilk dört maddenin değiştirilmesi tartışması neye yapılıyor? Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek için… Anayasa’da amaçlanan değişiklikler diğer maddelerde yapılıp “bakın ilk dört maddeye dokunmadık” denecek. Bizler de “neyse ki ilk dört maddeye dokunulmadı” diyerek avunacağız. Oysa atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiştir.
Traji-komik gelişmeler yaşıyoruz.
Uzun zamandır bir “dördüncü madde” tartışması içindeyiz; tartışma iyice alevlenmiş durumda…
Şeriat devleti kurulmasını savunan bir siyasi parti lideri zat-ı muhterem bizim gibi “ahmaklara” anayasa dersi veriyor.
Ahmağa anlatır gibi anlattığından kolaylıkla anladım; ne de olsa ahmağım.
Orada kitleleri sömürmek çok daha kolay…
Mutluluğun öteki dünyada olduğuna ve bu dünyada bir lokma-bir hırkayla cefa çekmenin gerekli olduğuna inandırılan kitleleri yönetmekten kolay ne olabilir?
Varsın dünya yapay zekayla uğraşsın…
Varsın dünya Mars’a gitmenin hazırlıklarını yapsın…
Varsın bilim adamları insanı ışınlamada mesafe almaya, zamanda yolculuk yapmaya çalışsın…
Biz manevi değerlerimize sarılıp Ortaçağın teokratik devletine (dine dayalı devletine) ilerleyeceğiz!
Zamanda geriye gideceğiz.
Afganistan modelimiz…
Harika…
İşte bu zat-ı şahane biz ahmaklara diyor ki
Önce ilk üç maddenin değiştirilemeyeceğini öngören dördüncü maddeyi değiştirelim.
Değiştirme yasağı kalkınca da ilk üç maddeyi değiştirelim.
Müthiş bir buluş gerçekten; bugüne kadar kimse düşünemedi!
O zaman ahmaklardan biri olarak soruyorum: “dördüncü madde niye yazıldı?”
“Bu maddeyi yazan onun değiştirilebileceğini düşünemedi mi?”
Geçiniz…
Neyse bu ayrı bir tartışma...
Başka bir soru soracağım:
İlk üç madde gerçekten yerinde duruyor mu acaba?
Örneğin ilk üç maddede koruma altına alınan ve değiştirilmesi yasaklanan “hukuk devleti”…
Yerinde duruyor mu?
Hukuk devleti bütün yurttaşların eşit biçimde hukuki güvenliğe sahip oldukları devlettir.
Acaba herkes hukuki güvenliğe sahip mi?
Mesela Can Atalay milletvekili seçildiği halde siyasi nedenlerle göreve başlatılmamakla hukuki güvenliğini kaybetmemiş midir?
Prof. Dr. Bakır Çağlar İkinci Dünya Savaşından sonra hukuk devletlerinin korunması için cihazlandırıldığını söylüyor; cihaz da AYM.
AYM hukuk devletini koruyan bir cihaz ise kararlarına uyulmaması bu cihazın etkisiz hale geldiği ve hukuk devletinin korumasız kaldığı anlamına gelmiyor mu?
AYM kararları yasama, yürütme ve yargı organı tarafından tanınmadığına göre hukuk devletinin korumasız kaldığı ve en azından önemli ölçüde aşındığı sonucunu çıkarmak gerekmez mi?
Evet, Anayasanın 2. maddesinde hukuk devleti hala Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılıyor ama içeriği artık gerçek bir hukuk devleti değil.
Bu arada zaman zaman hukuk devleti üzerine kafa yormuş bir ahmak olarak küçük bir çözümleme sunayım.
“Hukuk devleti” demek “kanun devleti” demek değil; buna paralel olarak “Anayasal devlet” demek “anayasalı devlet” demek değil.
Bir ülkede yetkili yasama organı tarafından çıkarılmış çok sayıda kanun olmasına rağmen o ülke hukuk devleti olmayabilir; bir ülkede yetkili organ tarafından çıkarılmış bir anayasa olmasına rağmen o ülke anayasal devlet olmayabilir.
“Anayasal devlet” hukukun evrensel prensiplerine uygun davranan ve temel hak ve özgürlükleri korumak amacıyla siyasal iktidarı sınırlandıran hukuk devleti demek. Bu tür bir devlet olmak için yazılı bir anayasaya bile gerek olmayabilir: Örneğin İngiltere’nin kodifiye edilmiş bir anayasası olmamasına rağmen İngiltere anayasal bir devlettir. Kuşkusuz hukukun evrensel prensiplerini içselleştirmiş yazılı anayasalar da anayasal devleti içerir.
Anayasalı devlet ise hukukun evrensel prensipleriyle uyuşmayan yazılı bir anayasası olan devlet demek; kanun devleti de hukukun evrensel prensiplerine aykırı kanunları olan devlet demek. Faşist rejimler bile anayasalı devletlerdir, çünkü hukuk olmamasına rağmen onların da anayasası vardır.
Dolayısıyla anayasaya sahip olmak bir hukuk devleti olmayı garantilemiyor; anayasalı devlet ya da kanun devleti olmak anlamına geliyor.
Anayasada evrensel hukuk prensiplerinin koruma altına alınması ve bunların değiştirilememesi gerekiyor.
Bu prensiplere dokunulduğunda buna dur diyecek bir mekanizma gerekiyor; aksi takdirde bu ilkeler anayasada yer alsa bile siyasal çoğunlukların bunları etkisiz kılma ihtimali var.
AYM’nin verdiği kararların tanınmaması bu yönden hukuk devletinin sona erdiğini göstermeye yeterli bir kanıt, çünkü bireylerin temel hak ve özgürlükleri artık koruma altında değil; hukuki güvenlik sağlanamıyor.
Başka bir öğeye bakalım.
Demokratik ülkelerde milletvekillerinin yasama dokunulmazlığı bulunur ve dokunulmazlığın iki bileşeni vardır: Sorumsuzluk ve dar anlamda dokunulmazlık.
Sorumsuzluğu şimdilik bir kenara bırakıyorum.
Dar anlamda dokunulmazlık yasama organı üyelerinin yürütme organının siyasi müdahalelerine karşı korunması için getirilmiş bir kurumdur ve yargı bağımsızlığının tam olarak sağlandığı İngiltere gibi ülkelerde kalkmış gibidir.
Çünkü İngiltere’de bağımsız yargı üzerinde yürütmenin baskı kurmayacağına ve yasama organı üyesinin siyasi nedenlerle yargılanamayacağına inanılır.
İspanya gibi ülkelerde yasama organı üyelerinin sadece siyasi isnatlara karşı korunması amaçlanmış ve diğer suçları dokunulmazlık kapsamı dışında bırakılmıştır.
Ülkemizde yargı bağımsızlığına güvenilmediğinden yasama organı üyelerinin görev yaptıkları süre içinde dokunulmazlıktan yararlanmaları amaçlanmıştır.
Bu koruma özellikle yürütmenin siyasi müdahale olasılığının artmaya başladığı zamanlarda daha da gereklidir.
Peki biz ne yaptık?
Korumanın en gerekli olduğu zamanda dokunulmazlık kurumunu “bir defalığına” kaldırdık.
Amaç dokunulmazlık müessesinin korumayı amaçladığını korumasız bırakmak; yürütmenin siyasi müdahalesine kapı açmaktı.
Bu sayede siyasal iktidarın amansız muhalifi Selahattin Demirtaş oyun dışı bırakılacak ve oyun yeniden kurulacaktı.
Ana muhalefet lideri açıkça “Anayasaya aykırıdır ama destek vereceğiz” dedi; bunu söylerken şaka yapmıyordu; gerçekten destekledi.
İktidar ve ana muhalefet el ele vererek Anayasaya aykırılığı açık olduğunu bildikleri bir Anayasa değişikliği yaptılar ve Demirtaş’ı oyun dışına attılar.
Daha baştan Anayasaya aykırı olduğu ve destek verileceği açıklanınca AYM’ye başvuran da olmadı.
Herkesin gözleri önünde Anayasaya aykırı bir Anayasa değişikliği yapıldı. Korumanın en gerekli olduğu anda koruma geçici olarak kaldırılınca, ülke yeni bir yön belirledi.
Ve hukuk devletiyiz öyle mi?
Hukuk devleti Cumhuriyetin niteliklerinden biri olarak yerinde duruyor öyle mi?
Trajik mi? komik mi?
Sahi Cumhuriyet deyince aklıma geldi.
Cumhuriyet yerinde duruyor mu?
Daha önce birkaç defa yazdım: Siyaset bilimi duayeni Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu “Sultanizm” rejiminin özelliklerini şöyle sıraladı:
1- Kişiselliğin yönetim üslubunun egemen olması (personalism): Siyasal kararların kişinin takdirine bırakılması (personal discretion of the leader); …siyasal kurumların olmadığı bir yönetim;
2- Hükümet ve devlet arasındaki farkların bulanıklaşması (kuvvetler ayrılığının tersi), yasamanın etkinliğinin hızla azalması, iktidar partisinin hem hükümete hem de devlete hâkim olmasıyla bir tür parti devletinin oluşması;
3- Anayasal takiyye (constitutional hypocrisy); mevcut anayasa, yasa ve genel olarak her kuralın seçici olarak uygulanması veya yönetimde hiç dikkate alınmaması;
4- Rejimin toplumsal kökenlerinin zayıflayarak iktidarın merkezileştirilmesi, çoğulculuğun ortadan kaldırılarak devlet ve liderin sınırsız iktidarının kurulması. Siyasal vatandaşlığın sadece liderin başarılarını desteklemek ve etkinliklerine destek vermek ve ona sahip çıkılmasına indirgenmesi;
5- Ekonominin kurallarının çarpıtılarak (distortion) ahbap çavuş ekonomisi halinde işlemesi, kapitalist bir ekonomi mevcutsa bile onun ahbap çavuş kapitalizmine dönüştürülmesi…
Ersin hoca bu özelliklerin tümünün ülkemizde bulunduğunu ve ülkemizin “Sultanizm”le yönetildiğini söyledi.
“Ahmak” olarak önce anlamamıştım ama sonra fark ettim ki “Cumhuriyet” ve “Sultanizm” birbirlerinin alternatifleri.
Kuvvetler ayrılığı Anayasanın başlangıç bölümünde tanımlanmış…Yani başlangıç bölümünün bir parçası…Başlangıç bölümü Cumhuriyetin nitelikleri arasında koruma altına alınmış… Anayasa ayrıca başlangıç bölümünün Anayasa metnine dâhil olduğunu hüküm altına almış… Bu durumda kuvvetler ayrılığı kuvvetler birliğine dönüşünce başlangıç bölümü fiilen değişmiş olmuyor mu?
BAŞLANGIÇ BÖLÜMÜ FİİLEN DEĞİŞMİŞ OLMUYOR MU?
Eğer “Sultanizm” varsa, “Cumhuriyet” yok demektir.
Ama Anayasa’da “Cumhuriyet” yazıyor diyenlere “Sultanizm”in yukarıda aktardığım (3) numaralı özelliğine bakmalarını öneririm.
Benzer biçimde kuvvetler ayrılığı ilkesinin kuvvetler birliğine dönüştüğünü daha önce defalarca açıkladım, yazdım.
Kuvvetler ayrılığı Anayasanın başlangıç bölümünde tanımlanmış…Yani başlangıç bölümünün bir parçası…
Başlangıç bölümü Cumhuriyetin nitelikleri arasında koruma altına alınmış…
Anayasa ayrıca başlangıç bölümünün Anayasa metnine dâhil olduğunu hüküm altına almış…
Bu durumda kuvvetler ayrılığı kuvvetler birliğine dönüşünce başlangıç bölümü fiilen değişmiş olmuyor mu?
Başlangıç bölümü değişince ikinci madde değişmiş olmuyor mu?
Ama haksızlık etmeyelim: Sosyal devlet olmayı sürdürüyoruz.
Olabilir çocuklar okullarda beslenme sorunu yaşayabilir; bazıları karınlarını doyurmak için su içmek zorunda kalabilir; insan olanın insanlığından utanması için yeterli bir sebep ama olsun…
Okullarda tuvalet temizliği yapacak eleman istihdam edecek kaynağımız olmayabilir.
Çalışanların önemli bir kısmı asgari ücretle çalışabilir ve asgari ücret açlık sınırının altında kalmış olabilir.
Devletimiz savunma için kredi kartlarından zorunlu kesilecek 750 TL ye muhtaç olabilir.
Ama makam araçları konvoyunu, çakarlı araçları gördüğümüzde göğsümüz kabararak ne kadar varlıklı bir devlet olduğumuzu düşünmüyor muyuz?
Yooo sosyal devletime laf söyletmem! Kat’a…
Başkentimiz Ankara ama Merkez Bankası dâhil finans kuruluşları İstanbul’a götürülünce bu Anayasa’daki Cumhuriyetin niteliklerinde değişiklik sayılmaz mı?
Ya laiklik?
Bu ülkenin hala laik bir ülke olduğunu düşünen kimse kaldı mı?
Geçen bir tanıdığım çocuğunun okuldan ve dinden soğuduğunu söylüyordu.
Nedenini sordum. Öğretmen bir sureyi 10 sayfa boyunca tekraren yazmalarını ödev olarak vermiş. Çocuk din de eğitim de böyle bir şey olamaz diye okula gitmek istemiyormuş. Üstelik okulu imam hatip de değil. Varın imam hatipleri siz düşünün.
Anayasanın 174 maddesinin çerçevesi şöyle:
“Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılap kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz:”
Sonra maddede kapsama giren kanunlar sayılıyor. Birinci sırada şu Kanun var:
“1. 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu;”
Laikliğin temelini oluşturan en önemli kanun…
Anayasa’nın sağladığı koruma gereği bu Kanunun Anayasaya aykırılığı ileri sürülemiyor.
Kanunun tarihi 3 Mart 1924…
Tesadüf eseri Milli Eğitim Komisyonunda tam 3 Mart 2022’de görüşülen bir kanun teklifi ile Tevhidi Tedrisat Kanunu etkisizleştirildi.
98. Yıldönümünde Milli Eğitim Komisyonu 7383 sayılı Kanunun temeli olan teklifi görüşüyordu.
Diyanet İşleri Başkanlığını düzenleyen Kanuna aşağıdaki 7/A maddesi ekleniyordu:
“Diyanet Akademisi; Millî Eğitim Bakanlığı, Yükseköğretim Kurulu, üniversiteler, lisans düzeyinde dinî eğitim veren yükseköğretim kurumları ve müftülükler ile görevinin gerektirdiği diğer ulusal ve uluslararası kurum, kuruluş ve kurullarla iş birliği ve ortak çalışma yapabilir, mesleki ve bilimsel ilişkiler kurabilir, araştırmalarda bulunabilir, eğitim programları uygulayabilir, danışma kurulları ve komisyonlar oluşturabilir.”
Benim gibi ahmaklar bile anlayabiliyor: Diyanet Akademisi üniversitelerde, kurum, kuruluş ve kurullarda eğitim programları uygulayabilir.
Milli eğitim bakanlığı artık eğitim programları uygulayan tek merkez değil…
Tevhidi tedrisat yok…
Yukarıda aktardığım okuldan ve dinden soğuyan çocuk örneği bunun sonucu…
Anayasal korumaya sahip bu kadar önemli bir Kanun, yıldönümü olan 3 Mart’ta etkisizleştirildi.
Hakkını yememek lazım, azımsanmayacak sayıda muhalefet milletvekili de bu Kanuna destek verdi.
İnanmayanlar 7383 sayılı Kanunun kabul edildiği 16 Mart 2022 tarihli tutanaklara ekli açık oylama listesine bakabilir.
Bu durumda Cumhuriyetin niteliklerinden “laiklik” ilkesinin yerinde durduğunu söyleyecek olan var mı?
Bu listeyi uzatmak mümkün. Anayasanın ilk üç maddesi yerinde duruyor gibi görünüyor ama kağıt üzerinde…
İçleri iktidarın girişimi ve muhalefetin desteğiyle çoktan boşaltıldı…
Buna dur diyecek kimse yok muydu?
Söylemiştim: İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan insan hakları ihlalleri hukuk devletlerinin korumasız kalınca işlevlerini yerine getiremediğini gösterdi.
Bu yüzden hukuk devletlerine bir cihaz eklendi ve bu cihazın adı AYM idi.
Türk anayasa tarihinde AYM başlarda bu konuda yetkili değildi; 1961 Anayasasıyla yetkilendirildikten sonra 1982 Anayasası dönemi dâhil olmak üzere 50 yıl boyunca bu görevini hakkıyla yerine getirdi.
AYM koruma görevini bırakınca Cumhuriyetin niteliklerinin içi kolaylıkla boşaltıldı. İlk üç madde zaten çoktan değiştirildi ve onu koruması gerekenler koruyamadığı için dördüncü madde işlevini yerine getiremedi. Anayasanın ilk dört maddesini değiştirmeden de başka maddelerde yapılacak değişikliklerle bu maddeler anlamsızlaştırılabilir.
İLK ÜÇ MADDE ZATEN ÇOKTAN DEĞİŞTİRİLDİ
Yukarıda sözünü ettiğim zat-ı muhteremler bu yüzden AYM’yi “vesayetçi” olarak damgaladılar: Mahkeme Cumhuriyeti korumaktan vazgeçmeli, ona vesayet etmemeli ve şeriatın önünü açmalıydı; aksi takdirde “vesayetçi” olurdu.
AYM koruma görevini bırakınca Cumhuriyetin niteliklerinin içi kolaylıkla boşaltıldı.
İlk üç madde zaten çoktan değiştirildi ve onu koruması gerekenler koruyamadığı için dördüncü madde işlevini yerine getiremedi.
Anayasanın ilk dört maddesini değiştirmeden de başka maddelerde yapılacak değişikliklerle bu maddeler anlamsızlaştırılabilir.
Bunun çok sayıda yöntemi var.
Örneğin Almanya’da Naziler iktidara gelir gelmez beş maddelik bir kanun çıkardılar.
Nazi rejiminin kurulmasına olanak tanıyan söz konusu “Yetkilendirme Kanunu Tasarısı (Enabling Act) (Ermaechtigungsgesetz)”nın açık adı “Halkta ve Almanya’daki Sıkıntının Kaldırılmasına Dair Kanun Tasarısı (Gesetz zur Behebung der Not von Volk und Reicht)” idi.
Tasarı beş kısa maddeye sahipti:
(1) Yasama yetkisi (dört yıllığına)
(2) Bütçenin denetimi,
(3) Yabancı devletlerle yapılacak antlaşmaların onayı,
(4) Anayasanın değiştirilmesi yetkisi, parlamentodan kabineye devredilecekti.
(5) Kanun tasarıları kabine yerine Başbakan tarafından hazırlanacak ve bunlar Anayasa’ya aykırı olabilecekti.
Bu yolla Naziler Weimar Cumhuriyeti Anayasası’nın sınırlarını havaya uçurup rejimlerini inşa ettiler.
Kuşkusuz Anayasanın değiştirilemez maddelerine dokunmanın başka çok sayıda yöntemi de var.
Varsayımsal bir örnek:
Anayasanın 42. maddesinde şöyle bir hüküm var:
“Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz.”
Bu fıkranın şöyle değiştirildiğini varsayalım:
“Eğitim ve öğretim, İslam dininin esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında tarikat ve cemaatler tarafından yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz.
“Anayasanın özü değişmiş olur mu?”
Evet.
“İlk dört maddeye dokunduk mu?”
Hayır, maddeler yerinde duruyor.
“Buna kim dur diyebilirdi?”
AYM
AYM 50 yıl boyunca buna dur deme potansiyeli taşıyan kararlar verdi.
(Bu kararlar gelecek yazıda incelenecek)
Bu durumda şu soruyu yanıtlamak gerekiyor: Madem ki Cumhuriyetin nitelikleri zaten değişmiş durumda ilk dört maddenin değiştirilmesi tartışması neye yapılıyor?
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek için…
Anayasa’da amaçlanan değişiklikler diğer maddelerde yapılıp “bakın ilk dört maddeye dokunmadık” denecek.
Bizler de “neyse ki ilk dört maddeye dokunulmadı” diyerek avunacağız.
Oysa atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiştir.