2010 ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ ÜZERİNE (2)

2010 ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ ÜZERİNE (2)

Fahri BAKIRCI

2010 Anayasa değişikliklerinin, 2007’de başlatılan rejim inşasını tamamlamaya yardımcı olmak üzere, yargı organı engelini bertaraf etmeye yönelik düzenlemeler olduğu rahatlıkla söylenebilir. 2007 ve 2010 Anayasa değişiklikleri arasındaki bağlantıyı doğru okuyan biri, o dönemde, rejim inşasının tamamlanması için yeni bir değişiklik yapılacağını öngörebilirdi. Nitekim 2007’den on yıl sonra 2017 Anayasa değişiklikleri yapıldı.

Geçen yazıda, 2010 Anayasa değişikliklerinin, 2007 Anayasa değişikliği sırasında tasarlanan sistemin, yargı engeline takılmaksızın gerçekleşmesini sağlamak için yapıldığını ve yargının bir engel olmaktan çıkarılmasından sonra 2017 değişikliklerine gidildiğini açıklamıştım.

Bu kapsamda AYM ve HSYK’yı inceleyeceğimi belirtmiş ve AYM’yi incelemiştim.

Şimdi HSYK’yı bir soru bağlamında inceleyelim.

Soru 3. 2010 Anayasa değişiklikleri 12 Eylül ile hesaplaşma mıydı?

2010 Anayasa değişiklikleri siyasal iktidar açısından önemli bir dönemecin başlangıcıydı.

Yapılan algı operasyonu öyle bir düzeye ulaşmıştı ki “yetmez ama evetçi” olarak adlandırılan bir grup liberal aydın bile 12 Eylül’le bir hesaplaşma olacağına inandı ve değişikliği destekledi. İlginç biçimde 2010 Anayasa değişikliğine ilişkin referandum 12 Eylül 2010’da yani 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin 30. Yıldönümünde yapılıyordu. Bence değişiklikler 12 Eylül’le bir hesaplaşmayı değil bir bütünleşmeyi ifade ediyordu.

DEĞİŞİKLİKLER 12 EYLÜL’LE BİR BÜTÜNLEŞMEYİ İFADE EDİYORDU

Gülen’in o dönemdeki, “İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda ‘Evet’ oyu kullandırmak lazım. Ben zannediyorum kalkarlar da” biçimindeki sözleri, siyasal iktidarın Anayasa değişikliğine verdiği önemi özlü biçimde yansıtıyordu.

Yapılan algı operasyonu öyle bir düzeye ulaşmıştı ki “yetmez ama evetçi” olarak adlandırılan bir grup liberal aydın bile 12 Eylül’le bir hesaplaşma olacağına inandı ve değişikliği destekledi.

İlginç biçimde 2010 Anayasa değişikliğine ilişkin referandum 12 Eylül 2010’da yani 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin 30. Yıldönümünde yapılıyordu.

Bu değişiklikler gerçekten bir 12 Eylül hesaplaşması mıydı yoksa 12 Eylül çizgisinin güçlendirilmesi miydi?

Bence değişiklikler 12 Eylül’le bir hesaplaşmayı değil bir bütünleşmeyi ifade ediyordu.

Çünkü “12 Eylül’le hesaplaşma”dan söz edilecekse, 12 Eylül’ün getirdiği kurumlarla hesaplaşmak gerekirdi.

12 Eylül’ü yapanlarla hesaplaşılacaksa çok geç kalınmıştı: Darbeci General Kenan Evren kendi Cumhurbaşkanlığını da Anayasa referandumunun konusu yapmış ve bu sayede Cumhurbaşkanı olmuştu.

Evren bu süre içinde büyük itibar görmüş ve rahat bir yaşam sürmüştü.

80’li yaşları ondan hesap sormak için çok geçti.

Darbeye karışan çok sayıda görevlinin izini bulmak da çok zordu.

Geçmişe dönük olarak ceza yargılaması yapmak çeşitli açılardan sorunluydu.

Kişilerden hesap sorulacaksa, bu hesabın darbe sırasında darbeye direnerek ya da darbeden hemen sonra yapılması gerekirdi.

Ayrıca kişilerden hesap sorulması, 12 Eylül’ün yarattığı kurumlarla hesaplaşmayı engellemezdi.

30 yıl sonra hesaplaşılacaksa esas itibarıyla kurumlarla hesaplaşmak gerekirdi.

Anayasa’da 1995-2004 döneminde yapılan temel hak ve özgürlüklerle ilgili olumlu değişiklikler kurumsal anlamda bir hesaplaşma yapılmasını sağlamıştı.

Şimdi 12 Eylül’ün, otoriteyi özgürlükler aleyhine güçlendiren diğer kurumlarıyla hesaplaşılması gerekiyordu.

Örneğin, Cumhurbaşkanının yetkilerinin kısılması ve parlamenter sistemlere özgü bir sembolik yetkili Cumhurbaşkanı düzenlemesi yapmak gerekiyordu.

Oysa 2007’de bunun tam tersi yapılmıştı.

Yine örneğin HSYK’nın yargı bağımsızlığını güvenceye alacak biçimde yeniden düzenlenmesi ve bu kapsamda adalet bakanı ile müsteşarının Kurul üyeliğine son vermek gerekiyordu.

Peki ne yapıldı?

Kurul’un tarihçesine kısaca bakalım.

1961 Anayasası “Yüksek Hâkimler Kurulu”nu (YHK) düzenleyerek yargıç güvencesi açısından tarihi bir adım attı: Düzenlemeyle adli yargıçların özlük işleri Adalet Bakanlığı’ndan alınarak bu kurula verildi.

Kurula seçilen toplam onsekiz üyenin çoğunluğunu oluşturan 12 üye, Yargıtay genel kurulu ile hâkimlerin kendileri tarafından, kendi aralarından seçiliyordu.

Böylece, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı üzerindeki etkisi dikkate alınarak, hâkimlerin özlük hakları ve hâkimlik teminatıyla ilgilenecek kurulun çoğunluğunun hâkimler tarafından ve hâkimler içinden oluşturulması öngörüldü. 

Kurula demokratik bir nitelik kazandırmak için Cumhuriyet Senatosu ile Millet Meclisine yüksek mahkemelerde hâkimlik yapmış ya da hâkimlik yapma hakkını kazanmış olanlar arasından üçer üye seçme hakkı tanındı ancak seçilecek üyelerin bir siyasal çoğunluğun etkisine girmesini önlemek için üye tamsayısının salt çoğunluğu ile karar verme şartı getirildi.

Adalet Bakanının kuruldaki gelişmeler hakkında bilgilenmesi için toplantılara katılmasına izin verildi ancak oy kullanmasına; bir başka anlatımla üyelik yapmasına izin verilmedi.

1971 Anayasa değişikliğiyle Kurulun üye sayısı 18’den 11’e düşürüldü; Kurula yasama organları tarafından üye seçilmesi uygulamasına son verildi; üyeler sadece Yargıtay tarafından seçilecekti.

Adalet bakanı toplantılara katılmakla kalmayacak gerekli görürse oy da kullanacak ve başkanlık yapacaktı.

Bu yargı bağımsızlığı yönünden olumsuz bir adımdı, çünkü ilk defa bir yürütme organı üyesi yargı mensupları ile ilgili kararların alınmasına etki edecekti; üstelik bu üye adalet teşkilatının başındaki adalet bakanıydı.

1982 Anayasası Kurulun üye sayısını 7’ye indirdi ve seçimin esas olarak yargıçlar arasında yapılmasına izin vermekle birlikte nihai kararı verme yetkisini Cumhurbaşkanına bıraktı.

Ama asıl sorunlu hüküm, hem adalet bakanının hem de müsteşarının Kurul’un üyesi yapılmasıydı.

1982 Anayasası’nın en çok eleştirildiği hususlardan biri buydu: Adalet teşkilatının başının ve müsteşarın Kurulda üye olması, yargı bağımsızlığını olumsuz etkileyebilirdi.

Yürütme organı Kurul aracılığıyla yargı organı üzerinde baskı oluşturabilirdi.

Dolayısıyla 12 Eylül ile hesaplaşılacaksa, yapılması gereken ilk işlerden biri adalet bakanı ile müsteşarının Kurul üyeliğine son vermek ve Kurul üyelerinin yargı organı üyeleri tarafından seçilmesi uygulamasına geri dönmekti.

Oysa bu yapılmadı.

Bunun yerine 2010 Anayasa değişikliğiyle Kurul’un üye sayısı 7’den 22’ye çıkarıldı ve ilk defa Cumhurbaşkanına, hâkim olmayan 4 üye belirleme hakkı verildi.

Böylece yürütme organının, seçtiği üyeler aracılığıyla yargı organı üzerinde etkide bulunma olasılığı artmış oldu.

Şimdi özetleyelim:

1961 Anayasasında Kurul yargı bağımsızlığını koruyacak biçimde tasarlanmıştı, çünkü hâkimlerin özlük hakları hakkında karar verecek Kurulun üyeleri esas itibarıyla yargı organı içinden seçiliyordu ve yürütme organı üyelerinin bu Kurulda oy kullanmalarına izin verilmemişti.

1971 değişikliğiyle Adalet bakanının başkanlık yapmasına ve oy kullanmasına izin verildi.

1982’de Bakanın yanında müsteşarın da üye olmasına ve oy kullanmasına izin verildi.

2010 değişikliğiyle bakan ve müsteşar yanında Cumhurbaşkanına dört üye daha belirleme yetkisi verildi.

Dolayısıyla 2010 değişikliğiyle 12 Eylül’le hesaplaşmak yerine, 12 Eylül’ü tahkim etmek seçeneği tercih edilmiş oldu.

Bu yüzden 12 Eylül 2010, 12 Eylül 1980’in otorite yanlısı eğilimlerini güçlendirdi.

Bu arada belirtmek gerekir ki 2017 Anayasa değişikliğiyle yürütme organının Kurul’da etkili olması ihtimali güçlendirildi.

Dolayısıyla AKP’nin 2007, 2010 ve 2017 Anayasa değişiklikleri sürecinde büyük bir tutarlılık içinde olduğunu ve çizgisini hiç değiştirmediğini kabul etmek gerekir. Ama şunu da belirtmek gerekir ki bu çizgi 12 Eylül 1980 çizgisiyle de büyük bir uyum içindeydi.

Bu yüzden 12 Eylül 2010 referandumunun bir “12 Eylül hesaplaşması” olarak sunulması büyük bir aldatmacaydı.

“Yetmez ama evetçiler”in bu aldatmacaya nasıl kandıklarını anlamak güçtür.

Hiç kuşkusuz 12 Eylül’le hesaplaşmanın gerçekleşmesi için hesaplaşılacak tek kurum HSYK değildi. YÖK, MGK gibi çok sayıda yapıyı gözden geçirmek gerekiyordu. Burada hacim sıkıntısı nedeniyle diğer kurumlara değinmiyorum.

Bu noktada yeni bir soru sormak gerekir:

Soru 4. 2010 Anayasa değişiklikleri içinde “bireysel başvuru”, “kamu denetçiliği” gibi düzenlemeler nasıl değerlendirilmelidir?

2010 değişikliklerini eleştirenlere karşı, güçlü bir itiraz olarak, genelde şu soru sorulur:

“2010 değişikliklerini eleştiriyorsunuz ama bireysel başvuru gibi önemli bir mekanizmayı hukuk sistemimize kazandırdığını da mı görmüyorsunuz? İnsaf!”

Bu arada belirtmek gerekir ki “bireysel başvuru” düzenlemesi “yetmez ama evetçiler” için de önemli bir çekim merkeziydi.

Aslında sorunun cevabı basit.

Bireysel başvuru düzenlemesinin amacı, hukuk sistemi bakımından Avrupa standartlarının yakalanması ya da insan haklarının daha güvenli kılınması değildi.

Bunu anlamak için araştırma yapmak da gerekmez; değişiklik teklifinin gerekçesine bakmak yeterlidir:

“… ülkemiz aleyhine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine her yıl binlerce başvuru yapılmaktadır. Bu başvuruların iç hukuk yollarında çözüme bağlanması amacıyla bireysel başvuru hakkının getirilmesi öngörülmektedir…Türkiye’nin konumuna baktığımızda, bireysel başvuru müessesesinin kabul edilmediği, ancak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkının ve bu Mahkemenin zorunlu yargılama yetkisinin tanındığı görülmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yoluyla, iç hukukta halledilemeyen temel hak ihlâllerine ilişkin şikâyetlerin, ulusalüstü düzeyde ele alınması kabul edilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde her yıl Türkiye’ye karşı çok sayıda dava açılmakta ve Türkiye pek çok davada tazminata mahkum edilmektedir…Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, iç hukuk yollarının tüketilmiş olup olmadığını araştırırken, ilgili ülkede bireysel başvuru kurumunun bulunup bulunmadığını da dikkate almakta ve bunu hak ihlâllerinin ortadan kaldırılmasında etkili bir hukuk yolu saymaktadır. Bu nedenle, bireysel başvuru müessesesinin getirilmesiyle, hak ihlâllerine maruz kaldığını iddia edenlerin önemli bir bölümünün bireysel başvuru aşamasında, başka bir ifadeyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitmeden önce, tatmin edilebilmesinin mümkün olabileceği ve böylece Türkiye aleyhine açılacak dava ve verilecek ihlâl kararlarında azalma olacağı değerlendirilmektedir… Diğer yandan, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin 2004 (6) Sayılı Tavsiye Kararında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki dava yükünün azaltılabilmesi için bireysel başvuru yönteminin iç hukukta tanınmasının gerekliliğine değinilmiş; aynı şekilde, Venedik Komisyonu da 2004 yılında kamuoyuna duyurulan bireysel başvuruya ilişkin Anayasa değişikliği önerisini olumlu bulduğunu ifade etmiştir…”

Yani?

Maddenin gerekçesinin özeti şudur: Ülkemizde çok fazla sayıda insan hakları ihlali iddiası bulunmaktadır ve AİHM bu başvurular üzerine hak ihlali kararı verdiğinde tazminat ödemek zorunda kalmaktayız. Bireysel başvuru hem bir süzgeç görevi görür, hem de AİHM önüne gidecek dosyalar zamana yayılır. Ayrıca çeşitli kurumlardan bireysel başvuruyu kabul etmemiz konusunda tavsiyeler almaktayız.

Dolayısıyla 2010 değişiklikleriyle getirilen “bireysel başvuru” ilkesel olarak temel hak ve özgürlükleri korumak için getirilmemişti. Zaten böyle olduğu için Can Atalay ile ilgili davada AYM’nin kararları, yerel mahkemeler ve Yargıtay tarafından tanınmadı ve TBMM yok hükmünde olan mahkeme kararlarını tanıyarak işlem yaptı.

BİREYSEL BAŞVURU ÖZGÜRLÜKLEKRİ KORUMAK İÇİN GETİRİLMEMİŞTİ

Dolayısıyla bireysel başvurunun kabul edilmesiyle bir taşla çok sayıda kuş vurulmuş olacaktı: (1) Önce iç başvuru yollarını tüketmek gerekeceğinden AİHM’ye başvurularda ilk etapta ciddi bir düşüş yaşanacak ve zaman içinde bir azalma olacaktı. (2) İhlal iddialarının bir kısmının içeride çözülmesi sağlanacak ve başvuruların bir kısmının AİHM’ye gitmesi önlenmiş olacaktı. (3) Ödemek zorunda kalınan tazminat miktarında bir azalma olacaktı. (4) AİHM ve diğer uluslararası kuruluşlar tarafından AİHM’nin mesaisinin önemli bir kısmını Türkiye’ye ayırdığı biçimindeki eleştiriler karşılanmış olacaktı. (5) Anayasa değişiklik paketine muhalif seçmenin bireysel başvuru dolayısıyla desteği sağlanmış olacaktı vs.

Dolayısıyla 2010 değişiklikleriyle getirilen “bireysel başvuru” ilkesel olarak temel hak ve özgürlükleri korumak için getirilmemişti.

Zaten böyle olduğu için Can Atalay ile ilgili davada AYM’nin kararları, yerel mahkemeler ve Yargıtay tarafından tanınmadı ve TBMM yok hükmünde olan mahkeme kararlarını tanıyarak işlem yaptı.

Buna benzer durumlar nedeniyle “bireysel başvuru” yolu etkisiz bir başvuru yolu haline gelmiş durumdadır.

Aslında yukarıdaki gerekçe bugün gelinen durumu haber verme potansiyeline sahiptir.

Bireysel başvuru ilkesel olarak temel hak ve özgürlüklere bir güvence olarak değil ama AİHM önünde biriken dosyalara ve ödenen tazminatlara bir ara çözüm olarak tasarlandığından çok kolaylıkla vazgeçilebilmiştir.

2010 Anayasa değişikliğini eleştirenlere sorulan bir başka soru şudur:

“Kamu Denetçiliği Kurumu hukuk devletlerinde idarenin hukuka uymasını sağlayan önemli bir mekanizmadır ve bu mekanizma 2010 Anayasa değişikliğiyle getirilmiştir. Bunun nesini beğenmiyorsunuz?”

Kimi ülkelerde “Ombudsman” ya da “Parlamento Komiseri” adını alan “Kamu Denetçiliği Kurumu”, doğru tasarlandığında, idarenin hukuka uygun davranmasını sağlamada etkin bir araçtır.

“Ombudsman” bir yargı organı olmadığı gibi idari organların hiyerarşik üstü de değildir.

Parlamento adına denetimde bulunan kurum, saptadığı hukuka aykırılıkları idari makamlara bildirir ve bir tür arabulucu gibi çözüm bulunmasını ister.

Çözüm bulunmadığında, çözüm bulması için sorun parlamentoya sunulur. Parlamento ya hükümetin siyasal sorumluluğunu gündeme getirir ya da yeni yasal düzenlemelerle sorunun çözülmesini sağlar.

Bu yüzden de Avrupa ülkelerindeki örneklerine bakıldığında bu işlevlerini yerine getiren “ombudsman”ın son derece etkin ve son derece saygın bir kurum olduğu görülür.

Ancak “Ombudsman” ya da “Kamu Denetçiliği Kurumu”nun bu işlevlerini yerine getirebilmesi bağımsız ve tarafsız olmasına bağlıdır.

Kurumun tarafsızlığı ve bağımsızlığı ise seçilme yöntemiyle yakından ilişkilidir: Belirli bir siyasal çoğunluk tarafından seçilebilen bir “Ombudsman” ister istemez kendisini bu çoğunluğa bağlı hisseder ve bu bağlılık, bağımsızlık ve tarafsızlığı ortadan kaldırır.

Bağımlı bir “ombudsman” idarenin hukuka aykırı işlemlerine ancak yürütme organının izin verdiği ölçüde değinebilir ve aksaklıkları güçlükle rapor edebilir.

Parlamentodaki çoğunluk da kendi seçtiği “ombudsman”ın işlemlerini onaylar.

Ancak kendisini bir siyasal çoğunluğa karşı borçlu hissetmeyen bir “ombudsman” idarenin hukuka aykırı işlemlerine özgürce işaret edebilir ve çözüm bulunmadığında parlamentonun harekete geçmesi için etkinlikte bulunabilir.

Özetlemek gerekirse işlevlerini gereği gibi yerine getiren bir “ombudsman” belirli bir çoğunluk tarafından değil, iktidar ve muhalefet partilerinin uzlaşmasıyla seçilir ve bu şekilde uzlaşmayla seçilen kişi, iktidara ve muhalefete eşit mesafede durarak hukukun gereklerini yerine getirir.

Bu yüzden de siyasal iktidarın çoğunluğu tarafından seçilen bir “ombudsman”ın bağımlı ve taraflı olması ve dolayısıyla işlevlerini gereği gibi yerine getirememesi matematiksel bilgi kesinliğinde bir gerçektir.

Şimdi bu çerçevede 2010 Anayasa değişikliğiyle getirilen “Kamu Denetçiliği Kurumuna” bir göz atalım.

Değişiklikte, Anayasaya yapılan eklemeyle “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına bağlı olarak kurulan Kamu Denetçiliği Kurumu idarenin işleyişiyle ilgili şikâyetleri inceler” hükmü getirildi.

Harika…

Ya seçimi?

“Kamu Başdenetçisi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından gizli oyla dört yıl için seçilir. İlk iki oylamada üye tam sayısının üçte iki ve üçüncü oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğu aranır. Üçüncü oylamada salt çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamada en çok oy alan iki aday için dördüncü oylama yapılır; dördüncü oylamada en fazla oy alan aday seçilmiş olur.”

Şimdi soralım: “Düzenlemenin yapıldığı tarihte TBMM çatısı altında üye tamsayısının salt çoğunluğuna sahip bir parti var mıydı?”

Evet, AKP.

“Bu durumda AKP’li olmayan bir adayın Kamu Başdenetçisi seçilme şansı var mıydı?”

Hayır.

Bu cevaba inanmayanlar günümüze kadar seçilen Kamu Başdenetçilerinin ve hatta diğer denetçilerin siyasal geçmişlerini inceleyebilirler.

Hiç kuşkusuz Kamu Denetçiliği Kurumunun çeşitli yararları olmuştur.

Ancak kendi örnekleriyle karşılaştırıldığında, potansiyelinin çok altında bir etkinlik sergilediği kolaylıkla görülebilir.

Bunun nedeni siyasal iktidardan bağımsız bir kurumun tasarlanmamış olmasıdır.

2010 Anayasa değişikliğinin öngördüğü tasarım içinde daha etkin bir Kamu Denetçiliği Kurumu beklemek haksızlık olur.

Soru 5. 2010 Anayasa değişiklikleri içinde başka ne tür düzenlemeler vardı?

2010 Anayasa değişikliklerinin temelde yargı organını hedeflediği söylendiğinde şöyle bir itirazda bulunulabilir:

“Sunulan teklifte geçici maddelerle birlikte 30’a yakın madde vardı ve yargı organıyla ilgili olmayan çok sayıda hüküm içerilmekteydi. Bu hükümlere ne diyeceksiniz?”

Cevap: Bu hükümlerin çoğu “kozmetik hükümler”di.

Diğer hükümlerin 12 Eylül hesaplaşmasıyla ya da 12 Eylül Anayasası’nın eleştiri konusu olan hükümleriyle bir ilişkisi yoktu.

İşte birkaç örnek:

Ekonomik ve Sosyal Konsey

2010 değişikliğiyle Anayasa’ya (m. 166) şu hüküm eklendi:

“Ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulmasında Hükümete istişarî nitelikte görüş bildirmek amacıyla Ekonomik ve Sosyal Konsey kurulur. Ekonomik ve Sosyal Konseyin kuruluş ve işleyişi kanunla düzenlenir.”

Bu Konsey, aslında Anayasa değişikliğinden önce de vardı ve üstelik Anayasa değişikliğinden önce işler haldeydi.

Yapılan şey onu anayasal dayanağa kavuşturmaktı. 

Maddenin bir de uzun şu gerekçesi vardı:

“Maddeyle, Ekonomik ve Sosyal Konsey uygulaması anayasal dayanağa kavuşturulmaktadır. Demokratik sistem içinde ve uluslararası uygulamalarda; ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulmasında, sivil toplum kuruluşlarının daha fazla görüş ve katkılarının alınması önem taşımaktadır./Yapılan yeni düzenlemeyle; Ekonomik ve Sosyal Konseye, geniş bir yelpazede, toplumun çeşitli kesimlerinin temsilcilerinin katılımıyla, ekonomik ve sosyal sorunlar ile bunlara ilişkin çözüm yolları hakkında görüş üreten fonksiyonel bir kurumsal yapı kazandırılması hedeflenmektedir. Avrupa Komisyonu ilerleme raporlarında, Türkiye’nin, ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesinde, iyi işleyen ve fonksiyonel bir yapıya kavuşturulmamış olması eleştiri konusu yapılmaktadır. Söz konusu eleştiriler de dikkate alınmak suretiyle anayasal dayanağı oluşturulan yeni Konsey yapılanması içinde; sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve hükümet temsilcileri bir araya gelerek, istişari nitelikte görüş bildirme fonksiyonu ifa edecektir.”

Şimdi soralım: 

“Ekonomik ve Sosyal Konsey, bu gerekçede belirtilen etkinlikleri anayasal dayanağa kavuşmadan da yapamaz mıydı?”

“Anayasal dayanağı olmayan bir Konsey ‘geniş bir yelpazede, toplumun çeşitli kesimlerinin temsilcilerinin katılımıyla, ekonomik ve sosyal sorunlar ile bunlara ilişkin çözüm yolları hakkında görüş’ verseydi bunu engelleyecek olan kurum hangisiydi?”

Şimdi bir de bugünden bakarak soralım:

“Anayasal dayanağa kavuşturulmuş olan Konsey en son ne zaman toplandı?”

Cevap: “Bugüne kadar tek bir kez bile toplanmadı.”

Anayasal dayanağa sahip olmadan önce üçer aralık aralarla toplanan Konsey anayasal dayanağa kavuşturulduktan sonra fiilen ortadan kalktı!

Demek ki anayasal dayanak kurumu işletmek için getirilmemiş.

O halde ne için?

“Kozmetik olarak kullanılmak için.”

Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler

Teklifin birinci maddesi son derece çarpıcıydı:

“Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.”

Düzenlemede toplumun korunmaya muhtaç bütün kesimleri sayılıyor ve onlara güvence getiriliyor; pozitif ayrımcılık yapılıyordu.

Zaten bu kesimlerin sayıldığını görenler daha baştan etkileniyor ve ne yapıp edip bu anayasa değişikliğinin geçmesini sağlamaya çalışıyorlardı.

Ama kimsenin aklına şu soruyu sormak gelmedi:

“İyi de çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler lehine bugüne kadar kim iyileştirici bir düzenleme yapmaya çalışmıştı ve bu girişim kim tarafından engellenmişti?

Bu tür bir düzenlemeye neden ihtiyaç duyulmuştu ki?

Örneğin hükümet çocuklar lehine bir düzenleme yapmış ve AYM bu düzenlemeyi anayasaya aykırı bularak iptal mi etmişti?

Bugüne kadar çocuklar lehine yapılan bir pozitif ayrımcılığa karşı çıkan olmuş muydu?”

Bu soruların cevapları şunu açıkça göstermektedir ki siyasal iktidar korunmaya muhtaç kesimlere sahipleneceğini ifade etmek için sembolik bir düzenleme yapmıştı.

Kötü mü oldu?

Dolayısıyla 12 Eylül’le hesaplaşma gibi büyük bir iddiayla ortaya çıkıp, 12 Eylül’ün kurumları yerinde dururken bu tür bir düzenleme yapmak, samimiyet sorgulaması yapılmasını zorunlu kılmaktaydı.

SAMİMİYET SORGULANMASI YAPILMASI ZORUNLUYDU

Hayır. Böyle bir düzenlemenin zararı olamazdı. Ama bir yararı da yoktu. Bu kesimlere yönelik pozitif ayrımcılık yapan bir hükümet, toplumun ve kurumların takdirini kazanırdı sadece.

Dolayısıyla 12 Eylül’le hesaplaşma gibi büyük bir iddiayla ortaya çıkıp, 12 Eylül’ün kurumları yerinde dururken bu tür bir düzenleme yapmak, samimiyet sorgulaması yapılmasını zorunlu kılmaktaydı.

Son bir örnek:

TBMM Başkanlık Divanının görev süresi

Anayasa’nın ilk halinde şöyle bir hüküm vardı:

“TBMM Başkanlık Divanı için, bir yasama döneminde iki seçim yapılır, ilk seçilenlerin görev süresi iki, ikinci devre için seçilenlerin görev süresi üç yıldır.”

Bu hükümde teknik bir sorun vardı: TBMM beş yıl için seçilmekle birlikte genelde erken seçim kararı alınmakta ve görev süresi kısalmaktaydı. Bu durumda ikinci devre için seçilenlerin üç yıl görev yapmaları mümkün olmuyordu.

Ama aslında aynı şey TBMM için de geçerliydi; TBMM beş yıl için seçilmesine rağmen, erken seçim nedeniyle daha kısa süreler görev yapabiliyordu.

İşte 2010 Anayasa değişikliklerinden biri Başkanlık Divanının görev süresine ilişkin şu değişikliği içeriyordu:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı için, bir yasama döneminde iki seçim yapılır. İlk seçilenlerin görev süresi iki yıldır, ikinci devre için seçilenlerin görev süresi ise o yasama döneminin sonuna kadar devam eder.”

Bu değişiklik, fiili durumu daha doğru ifade ediyordu, ama zaten fiili durum öyleydi.

Belki Anayasa’daki teknik sorunların giderildiği bir çalışmada bu değişiklik anlamlıydı.

Ama bu değişikliğin 12 Eylülle ya da demokrasiyle ya da hukuk devletiyle ya da Cumhuriyetle ya da herhangi bir anayasal ilke ile nasıl bir ilişkisi olabilirdi ki?

Yoktu.

İşte bu nedenle yargı organı ile ilgili olanlar dışında kalan değişikliklerin kozmetik düzenlemeler olduğunu söyledim. 

Şu halde 2010 Anayasa değişikliklerinin, 2007’de başlatılan rejim inşasını tamamlamaya yardımcı olmak üzere, yargı organı engelini bertaraf etmeye yönelik düzenlemeler olduğu rahatlıkla söylenebilir.

2007 ve 2010 Anayasa değişiklikleri arasındaki bağlantıyı doğru okuyan biri, o dönemde, rejim inşasının tamamlanması için yeni bir değişiklik yapılacağını öngörebilirdi.

Nitekim 2007’den on yıl sonra 20l7 Anayasa değişiklikleri yapıldı.

2017 Anayasa değişikliği ve bundan sonraki muhtemel anayasa değişiklikleri için sonraki yazı…



Yükleniyor

Yükleniyor

Yükleniyor